Hukuk Kalitesi…
Bir ülkenin beşeri sermayesi, eğitimli nüfusun kalitesi ve kurumların gücü, ülkelerin hukuk devleti kalitesini belirlemektedir.
Ali Fuad Başgil bunu şöyle ifade eder: ”Bir memlekette iktidarın meşruiyet hududu içinde kalmasının ve normal gayesinde yürümesinin yegâne teminatı, halkın ve hususiyetle iktidar adamlarının kültür ve medeniyet seviyesi ve ahlaki terbiyeleridir. İktidar, insan eli ve iradesiyle işleyen kuvvettir. Herhangi bir kuvvetin değeri, onu kullanan insanların değerine tabiidir.’’
Ulusların çöküşü isimli kitapta Daren Acemoğlu, hukukun üstünlüğünün ve siyasetin emrinde olmamasının sonuçlarını iki ülke üzerinde anlatıyor. Dünya ekonomik buhranı sonrası 1932’de Franklin D. Roosevelt, başkan seçilir. Göreve geldiğinde işgücünün dörtte biri işsizlik ve çoğu sefalet içerisindeydi. Yatırımlar durmuş, sanayi üretimi yarı yarıya azalmıştı, bu nedenle hızlı kararlar alıp uygulamak istedi.
Senato çoğunluğuna ve çok büyük halk desteğine rağmen bazı yasalar anayasal güçlükler doğurdu ve yüksek mahkemeye götürüldü. Sanayi kalkınması için alınan kararlar yüksek mahkeme tarafından reddedildi. Olağanüstü koşullar, olağanüstü çareler gerektirebilir. Olağanüstü koşullar anayasal güç oluşturmaz ya da onu genişletemez diye reddediyordu. Yeni sosyal güvenlik yasası hazırladı, o da engel olunca seçime gidip yüksek oyla yeniden 1936 seçildi. Halka yargıçları şikâyet eden radyo konuşmasında, yargıçları suçlamış.
Aslında dört yargıç bir özel sözleşmeden doğan hakla kesilen diyetin anayasanın payidar bir ulus yaratmaya yönelik temel hedeflerinden daha kutsal olduğuna hükmetmiş oldu… Yüksek mahkeme yalnızca hukuki bir organ olarak değil, aynı zamanda siyasal kararlar alan bir organ olarak hareket etti. Kendi yasalarını reddeden yargıçlardan kurtulmak için 70 yaş üzeri yargıçları emekli edip yeni yargıç atamaya çalıştı ve senato, hukuk ve halk buna izin vermedi. Boyun eğmeyen ve taviz vermeyen yargıçlar, siyasilere boyun eğmedi; o nedenle hukuk devleti olarak kaldı. Başkanlar iki dönemden fazla aday olamaması ve hukukun bağımsız olması sayesinde yozlaşmanın önüne geçilmektedir.
Arjantin’de benzer bir yüksek mahkeme vardı. 1946’da Juan Domingo Peron demokratik bir seçimle başa geldi. Mahkeme, Peron’un Ulusal İşçi Partisi ile ilişkisinin anayasaya aykırı olduğuna hükmeden bir karar almıştı. Peron, yargıçları eleştirmeye başlayınca ithamlardan korkan yargıçlar istifa ettiler, yerine dört yeni yargıç atandı. Mahkemeyi zayıflatmak Peron’un önündeki tüm engellerin kısıtlamaların kalkmasına sebep olur. Peron’dan sonra Arjantin’de her yeni başkanın kendi yüksek mahkeme yargıçlarını seçmesi ilke haline geldi. Yürütmenin önündeki tek engel de kaldırılmış oldu. Peron rejimi, 1955’de bir başka darbeyle devrildi, ardından iktidarlar uzun bir süre askeri ve sivil idareler arasında el değiştirdi, hepsi de kendi yargıçlarını kendileri seçtiler. Sonrasında Carlos Menem iktidar oldu. O da aynı şekilde yüksek mahkeme ile uğraştı, başkana bakanlık teklif ederek uzaklaştırıp yeni yargıçları kendi atadı. Ama sadece mahkemeyi ele geçirmek yetmedi, anayasayı da değiştirdi. Yeniden kendini başkan seçtirecek anayasa yazıldı. Tekrar başkan seçilince yeniden anayasa yazmaya kalkıştı, bu kez durduruldu. Hukukun üstünlüğü sağlanmadığı için Arjantin siyasi ve ekonomik krizlerden bir türlü çıkamayan kısır döngüye hapsoldu.
Gelişmiş toplumlar güçlü merkezi otoriteye sahip, meritokrasi denilen liyakatli uzman bürokrasiye, katılımcı demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne bağlı kapsayıcı kurumlara sahiptir. Mülkiyet hakları korunmuş, patent hakkına önem veren, girişim özgürlüğü, basın ve ifade özgürlüğünün olduğu özgür ülkeler gelişiyor. Rekabetin adil ve eşit şekilde olduğu, tekelleşmenin engellendiği, hukukun bağımsız olduğu ülkelerde kalite yakalanabiliyor. Kurumların güçsüz, kurumsallaşmanın yetersiz, hukukun da bağımsız olmadığı ülkelerde gelişme ve kalkınma olmuyor. Kurumların güçsüz olduğu sivil toplumun örgütsüz, hukukun bağımsız olmadığı ülkelerde yöneticileri sınırlayan denge denetim de eksikse keyfi yönetimin önü açılmaktadır. Ekonominin kontrolünün siyasi elitlerce belirlendiği kurumlar sömürücü ve dışlayıcı nitelik kazanıyor. Sömürücü kurumlar toplumlarda muazzam eşitsizlikler oluşturup gücü elinde tutanlar için büyük zenginlik ve denetimsi güç sağladığından, devletin ve kurumların hâkimiyetini ele geçirmek isteyenler olacaktır. Dolayısı ile sömürücü kurumlar, yalnızca bir sonraki sömürücü iktidarın önünü açmakla kalmazlar, aynı zamanda bitmek bilmeyen iç çatışmalara neden olurlar.