Atatürk, İstanbul Sözleşmesi ve Pınar…
Selam tüm okuyuculara; sevgiyi, adaleti her şeyden üstün tutan güzel yüreklere…
Bugünkü yazım aslına bakarsanız, Bursa’nın doğal güzelliklerinden bir yeri daha tanıtmaktı sizlere… Fakat sabah saatlerinde aldığımız üzücü haberden sonra içimden gelmedi maalesef…
Belki her gün alıyoruz bu haberin benzerlerini, farklı biçimlerde farklı kişilerle… Ama alışmak istemiyoruz ve zaten de alışmamalıyız.
Evet, günlerdir haber alınamayan Pınar Gültekin…
Herkes umutla sağ salim bir yerlerden iyi haber gelecek diye beklerken, vahşice katledilen cansız bedenine ulaşıldı ne yazık ki…
Bu kaçıncı Pınar, kaçıncı Emine, kaçıncı Şule…
Ve bu isimler sadece medya aracılığıyla haberdar olabildiklerimiz. Yani net sayılarını bile tam olarak bilemediğimiz…
Dünya Ekonomik Forumu’nun kadınların ekonomiye katılımı, fırsat eşitliği, eğitim imkanlarından yararlanma ve siyasi katılım oranlarını dikkate alarak oluşturduğu 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’nda Türkiye 153 ülkeden 130. sırada bulunuyor.
Üstelik buna erkekler tarafından öldürülen kadınlara yönelik cinayetler de ekleniyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu raporunun verilerine göre, 2020 Ocak ve Şubat aylarında 49, 2018 yılında 440, 2019 yılında 474 kadın erkekler tarafından öldürüldü. Tabi 2020 raporundan sonraki 5 ayda onlarcası daha eklendi bu şiddet bilançosuna. Cinsiyet eşitliği raporunda Türkiye’nin en aşağılarda yer alması bu işin acil çözüm gerektiren bir durum haline geldiğinin acabasız kanıtıdır. Halbuki kadınlara eşitlik hakkı Atatürk tarafından yüzyıla yakın bir zaman önce hatta bir çok batılı ülkeden önce verilmişti bizlere.
Atatürk’ün kadınlar konusunda, taa 1923’te söylediği şu sözü, verilecek hakların ilk işareti olmuştur:
“… Bir toplum, cinsinden yalnız birinin asrî gerekleri elde etmesiyle yetinirse o toplum yarıdan fazla zaaf içinde kalır. Bir millet gelişmek etmek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Binaenaleyh bizim toplumumuz için ilim ve fen lâzım ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de kadınlarımızın elde etmeleri lâzımdır…” dedikten sonra hızlı bir şekilde kadın haklarıyla alakalı kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği), Türk Medeni Kanunu’nu, Belediye yasası; bu yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı, akabinde daha bir çok yasa…
Ve şu gün bile hala tam anlamıyla uygulayamadığımız; 1930: Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı. Evet 70 yıl önce… Ve biz hala koruyamıyoruz maalesef…
Ne oldu bize peki?
Ne ara unuttuk bunları biz…
Bu ülke kurulduğunda, verilen hakları 70 yılda nasıl dünya listesinin en aşağılarına çekmeyi başardık? Halbuki biz bunca yıl sonra bu hakları daha iyi konuma getirmemiz gerekmez miydi?
Maalesef…
Gelelim ilginç bir şekilde(!) uygulanması tartışma konusu olan, anlamsız bir şekilde “aile bağlarını zedeleyeceği” savları atılan İstanbul sözleşmesine…
11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’nin resmi adı, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. İlk olarak Türkiye’nin imzaladığı sözleşme, 10 ülkenin onayıyla 2014 yılında yürürlüğe girdi ve Mart 2019 itibariyle 33 devlet ve Avrupa Birliği tarafından da onaylandı.
Şiddete bağlı önlemleri içeren birçok maddesi bulunan bu sözleşmenin hala tartışma konusu olması ise anlaşılır bir durum değil. Aile bağlarını zedeleyecek, aile birliğini bozabilir derken…
Şaka mı?
Aile birliği şiddetle mi sağlanıyor?
Buna karşı önlemlerin alınmasının aileye nasıl zararlar getirebileceği düşünülüyor? Kadına şiddetin cezası artarsa, erkeğin evdeki otoritesi mi sarsılır, yani kadının anladığı dil veya layık olduğu muamele şiddet midir?
Evet biz hala bu sorulara cevap arıyoruz saçma bir şekilde…
Biz hala bu sözleşmeyle alakalı tartışıp düşünürken, her gün Pınarları, Emineleri, Songülleri kurban veriyoruz; farkında mısınız?
Onların ille bizim kızımız, kardeşimiz veya yakınımız, tanıdığımız olması mı gerek, empati kurmak ve şiddeti önlemek için…
Mesele; hasta ruhlu insanlara meydan vermek değil, masumların güvenliğini sağlamak ve bu konuda caydırıcılığı en üst seviyede olacak emsal kararlar, önlemler almak değil midir? Yakın zamanda İngiltere’de yaşanan olay ve yargıcın tarihe geçen sözleri, anlamsızca bu soruları soranlara, kıssadan hisse cevap niteliğindedir.
İngiliz yargıç, gece yarısı parktan geçen kızı korkutan adama, 7 yıl, 7 gün hapis cezası verince şaşıran gazeteciler sormuş:
“Adam kıza elini bile süremedi. Kaçan kızın çığlıklarına yetişenler de adamı yakaladı. Bu ceza çok değil mi?”
Yargıcın yanıtı hukuk tarihine geçecek düzeydeydi:
“Kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl, İngiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır.”
Adilce, özgürce ve şiddetin olmadığı bir dünya dileğiyle…
Çağla Arkadaşım… güzel Ülkemin içimizi yakan bir sorunu… maalesef önlenemiyor ve de giderek şiddetini arttırıyor… Yeter Artık. ..
Maalesef ki öyle üstadım. Maalesef ki önlenmesi mümkünken seyirci kalınıyor. En acı tarafıda bu… o yüzdendir ki “ İstanbul sözleşmesi “ konusunda ısrarcı olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor yılmadan…saygılar