Demokrasinin katili kimse, tarımın katili de odur

24.10.2020
A+
A-

Saygın devletler, kurumlarıyla ve kurallarıyla devlettir. Türk devlet geleneği de bu yapıdan cüda değildir.

Büyük Selçuklu veziri, hokkasını Sultanın tacının yanına eş koymasını; “Benim hokkam olmazsa, senin tacının hiçbir önemi yoktur” sözleriyle açıklamıştı. Çünkü Vezir, kurduğu bürokrasi ile Selçuklu devletine kurumsal kimlik kazandırmıştı. Onun için adı, ‘devletin düzeni’ anlamına gelen Nizamülmülk olarak geldi günümüze.

Devletlerin tarihi kendini hep geliştiren bir süreçten ibarettir. Bu süreç, Montesquieu ile demokrasiye evirildi: Yasama, yürütme ve yargı gibi devleti muhkem kılan ve ayakta tutan kurumlar, sacayağı şeklinde ayrıştırılarak ve denge mekanizması gözetilerek işletilmeye başlandı. Güçler ayrılığı olarak tanımlanan bu yapılanma, demokrasilerin birinci vazgeçilmez koşulu oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, en gelişmiş demokrasiyi kurma ümidini gerçekleştirme çabasıyla kurulmuştu. 1946’dan itibaren harekete geçen karşı devrimi durduran 1960 ihtilali de Cumhuriyetin kurumlarına Anayasa Mahkemesi, Senato ve Devlet Planlama Teşkilatı gibi daha da çağcıl kurumları kattı. Hemen hepsine özerklik statüsü verdi. Demokrasiyi daha da güçlendirdi.

Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye bir köylü ve çoban toplumuydu. Dolayısıyla köylünün çiftçi, çobanın da modern hayvan yetiştiricisi yapılması için öncelik tarıma ve hayvancılığa verilmişti. Bizatihi Atatürk’ün öngörüsüyle oluşturulan tarımsal kurum ve kuruluşlar sayesinde Türkiye tarımda kendine yeten ülke olmanın da ötesinde, tarımda dünyanın önde gelen ihracatçı ülkesi olmuştu. Kısa sürede gelişen tarım, diğer ekonomik sektörlerin oluşturulmasına ve geliştirilmesine de kaynaklık etmişti. Dünya hızla 1929 ekonomik krizine sürüklenirken, tarımdaki planlı üretim ve bu üretimin tarıma dayalı sanayi ile buluşturulması ise Türkiye’yi bu buhranın uzağında tutmuştu.

Ancak karşı devrimin arkasındaki Amerika, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumaya yönelik yurtsever bir girişim olan 1960 ihtilâlini kendi açısından bir fırsata dönüştürme maksadıyla Milli Birlik Komitesini bölerek sürece müdahil oldu. Toplumun bir kan davası güderek bölünmesi, birbirine düşman kesilmesi için devrik hükümetin başbakanı ile iki bakanının idam edilmesinin yolunu açtı. Türk demokrasisini yozlaştırıp geriye götürecek işbirlikçi hükümetleri iktidara taşıdı. On yılda bir yapılacak ve halkın uyanışını bastıracak faşist askeri darbeler sürecini planladı. Yularlarını elinde tuttuğu şarlatanlara biat edecek erdemsiz bir toplum yaratmak için cemaatleri ve tarikatları bu hükümetlere iktidar ortağı yaptı.

Beklediği oldu: Önce Türkiye Cumhuriyetinin kurumsal yapısı zayıflatıldı. Bütün kurumların özerklikleri ile güçler ayrılığı kaldırıldı. İktisadi teşekküllerin çoğu satıldı, kalanlar da arpalıklara dönüştürülebilsin diye içi boşaltıldı. Yasama ve yargının yetkileri yürütmeye devredildi. Sivil bir darbe olarak da adlandırılan olağanüstü hal döneminde anayasa değişikliği referandumuna gidildi. Rejim değiştirildi. Hâkimiyet milletten alınıp iktidar partisinin başındaki zümreye verildi. Bugünlerde de Baro, Muhalif Basın, TTB, TMMOB gibi sivil toplum kurumlarına ayar veriliyor.

Sonunda, 1808’deki Senedi İttifak’tan beri verilen batılılaşma, 1923’teki Cumhuriyetten beri inşa edilen modernleşme mücadelesi ile elde edilen demokrasi kaldırıldı. İmparatorlukların varisi olan anayasal ve kurumsal Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletine dönüştürüldü.

Aslında iflastaki neoliberal düzen, bütün dünyada seçimle gelen krallar dönemini dayatmaktadır. Ancak kurumların ve kuralların işletildiği güçlü ülkelerde, bu otokratik girişimler pek karşılık görmemektedir. Örneğin başkan Trump, Washington’daki bir gösteriye askerin müdahale etmesi talimatını verse de genelkurmay başkanı, “Ben anayasaya bağlıyım, anayasanın izin vermediği bir şey yapmam” diyebildi.

Yine Trump gibi seçimle gelen krallardan Boris Jonson İngiltere’de, Emmanuel Macron Fransa’da ne kadar zorlasalar da yetkisini aşan durumlarda, kurumlar onların demokratik teamüllere ve hukuka aykırı olan taleplerini yerine getirmemektedir.

Bunlar, demokrasinin Türkiye’deki gibi sadece sandıktan ibaret olmayıp bir kurumlar ve kurallar bütünü olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Türk demokrasisinin bu olgunluğa erişmesini engellemek için olsa gerek Cumhuriyet dönemindeki anayasal kurumlarla yetinilmeyip Osmanlının batılılaşmasına kapı aralayan Askeri Okullar ve GATA gibi kurumlar da dahil hepsine birden savaş açıldı, hepsinin kapısına kilit vuruldu.

Vuruldu da ne oldu? Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatılmasaydı Covit-19 ya da en basitinden grip aşısı temininde bu derece acze düşülür müydü? Tohumculuk Araştırma Enstitüsü kapatılmasaydı yerli tohumlar sertifikasız bırakılıp ekimi yasaklanır mıydı? Gıda Araştırma Enstitüsü kapatılmasaydı gıdada taklit, tağşiş ve hile yapma bu boyutlara ulaşabilir miydi? Çiftçinin kara gün dostu Tarım Mahsulleri Ofisi kötü politikalara alet edilmeseydi, Türk çiftçisinin ürünü yerine Bulgaristan, Ukrayna, Rusya hububatı ithal edilip depolanır mıydı? Maden Tetkik Arama Enstitüsü ile Türkiye Petrollerinin içi boşaltılmasaydı; müteahhit çetelere yüzde ikilik komisyon karşılığında yeraltındaki madenler yabancılara peşkeş çekilir ve yerüstündeki ormanlar yok edilerek ülkemiz çölleştirilebilir miydi, enerjide yüzde yetmiş üç oranında dışa bağımlı hale getirilebilir miydi?

Örnekler daha da çoğaltılabilir ancak nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin kurumsuzluktan ve hukuksuzluktan demokratik devlet olma vasfını yitirdiğini; en iyi ihtimalle siyaseten kabile devletine, iktisaden de aile şirketine benzediğini söyleyebiliriz.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.