YENİ ANAYASA
2002’den beri Türkiye’yi yöneten bu iktidarın, cumhurbaşkanı, kabine üyeleri, milletvekilleri, ortakları,, kendi döneminde devlet kurumlarına atadıkları hemen her düzeydeki kamu yöneticileri; hepsi birlikte ağızbirliği etmişçesine kendilerinin hazırlayıp referanduma sundukları anayasaya, yaptıkları yasalara ve Türkiye’nin taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymamayı, kendilerini sorumsuz ve yasaların üstünde görmeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Bunun sonucunda anayasa anlamını yitirmiş ve Türkiye’yi değerli kılan tüm ölçüler alt üst olmuştur.
Anayasaya uymama alışkanlığı başta olmak üzere daha pek çok ehliyetsizlik ve liyakatsizliklerinden ötürü ülkeyi yönetemeyip her bakımdan uçurumun eşiğine getirdikleri bugünlerde, yeni bir anayasadan dem vurmaya başladılar.
Evet, milletimizin elbette bir anayasaya ihtiyacı var. Ancak milletin istediği tam demokratik bir anayasa iken, iktidarın, gücü yettiğinde yapmaya çalıştığı şey nevi şahsına münhasır otoriter cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini aşkın, halkı yoksullaştırıp ruhları ve vicdanları esir alarak kolay biat ettirmeyi ve bir kişinin keyfi ihtiraslarını kayıtsız şartsız millete hakim kılmayı hedefleyen; siyaset bilimci Ersin Kalaycıoğlu’nun da bir süredir kavramsallaştırdığı “Neo-patrimonyal Sultanizmi” getirecek ve onu tahkim edecek bir anayasadır, ne yazık ki!
Yolun sonu görünüyor:
Aşağıdan yukarıdan, sağdan soldan, nereden bakılırsa bakılsın AKP ve ortaklarının iktidardan gidici oldukları anlaşılmıştır. Dolayısıyla onların anayasa talebi, kendilerini iktidara çivileyecek bir arayıştan başka bir şey değildir. Yeni bir anayasa değişikliği yapmaya kendi milletvekillerinin sayısı yetmediğinden, o yeterliliği elde etmenin peşindeler.
İlk çaldıkları kapı, oy miktarıyla değil de özgül ağırlığıyla bilinen Saadet Partisi’nin aktif siyasetten tekaüt olmuş mensubu Oğuzhan Asiltürk oldu. Çalmak istedikleri ancak yürekleri yetmediğinden şimdilik sadece yoklamakla yetindikleri ikinci kapı olarak da İYİ Parti bulunmaktadır.
Saadet Partisi Yerlidir:
Oğuzhan Asiltürk’ün, İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması karşılığında ikna olduğu kamuoyuna yansıdı. Malum “İstanbul Sözleşmesi”, genel anlamda aile içi şiddeti durdurmaya yönelik olsa da öncelikle kadını şiddetten koruyan bir uluslararası hukuk normu olarak kamuoyunun gündemine yerleşti. Bu da Asiltürk’ün milli görüşçülüğünün olsa olsa Suudi Arabistan geleneğinden geldiğini düşündürttü herkese.
Hatırlarsanız birkaç sene önce Suudi Arabistan’ın kudretli din alimleri, krallarının; kadınları araba kullanma özgürlüğüne kavuşturan kararnamesine misilleme yaparcasına, erkeğin; karısı öldükten sonra cesediyle cinsel ilişkiye girebileceği, acıktığında ve yiyecek bulamadığında da etli-butlu olup olmamasına bakmadan karısından bir parça bonfile kesip afiyetle yiyebileceği konusunda ümmeti aydınlatmışlardı. Hızını alamayan bu alimler, o yıllarda bir an önce kadının gerçek statüsünü belirlemek üzere Suudi Arabistan yüksek din konseyini toplamış, konsey de kadının statüsünü yükselterek deve ile eşitlemişti.
Bizdeki diyanet kurumu ile profesör veya şeyh titrli birçok İslamcı da bundan esinlenerek, ihvancı hükümetin varlığını da fırsat bilerek, Türk erkeklerine, annelerinin açık diz kapağından tahrik olabileceklerinden tutun da altı yaşındaki kızlarla evlenebileceklerine kadar birçok konuda din adına ruhsat vermişlerdi.
Oysa bizim bildiğimiz Saadet Partisi’nin sahip çıktığı milli görüş ideolojisi, bu topraklara aittir. Biliyoruz ki bu topraklardaki hayat ezelden beridir seküler yaşanmakta, bu tür iğrençlikleri de hiç hoş karşılamamaktadır. Ayrıca bu toprağın insanı ne sultan takmış, ne şah ne de padişah. Acem’in, Arap’ın etkisinde boy vermiş her kim ve her ne varsa ne kök salabilmiş, ne de gölgesi kalmış bugüne. Her şeye rağmen din veya gelenek adına toplumu geri bıraktıran girişimler olmuşsa da ömürleri sınırlı kalmış, toplum, önünde sonunda kendi özüne dönmesini bilmiştir.
Lakin milli görüşün “batı taklitçiliği” dediği pek anlaşılır bir şey değildir. Batı, sanıldığı gibi bir Hıristiyan kulübü değil, bir medeniyetler manzumesidir. Batıyı taklit etmeyi değil ama keşke batıyı özümseyebilseydik. Zira dünyada Kuran’ın ve İslam’ın ölçülerine uygun yasaları ve yaşamı olan ülkelerin neredeyse tamamı batı ülkeleridir. Her ne hikmetse elli altı İslam ülkesinin, Türkiye dışında hiç birisi, İslami değerlere uygun yaşayan ilk yüz ülke arasına hiç girmiyor. Bu da bize Kurani, Muhammedi İslam açısından bakıldığında laikliğin ve demokrasinin İslam karşıtı değil bilakis İslam’la uyumlu ve barışık olduğunu önemle göstermektedir.
İyi Parti Millidir:
İyi Parti için de benzer şeyler söyleyebiliriz: Söz konusu olan milliyetçilikse eğer, milliyetçilik, milletine değil saltanatına düşkün satılmış padişahların, keşke Yunan kazansaydı diyen püsküllü münafıkların, düşman uçaklarıyla bildiri dağıtan hoca kılıklı hainlerin kerametinde değil, Bumin Kağan’ın devlet kuran, Bilge Kağan’ın yasa yapan iradesinde aranmalı. Milliyetçilik, bu toprakların hakikati Hace Bektaş Veli’nin “Eline (Memleketine), beline (Milletine), diline (Kültürüne) sahip ol (Sahip çık)” diyen erdeminde aranmalı.
Ancak orada kalınmamalı. Çünkü Türklüğün tarihteki en büyük kırılma noktası Atatürk ve onun eseri Türkiye Cumhuriyetidir. Atatürk, emperyalizm tarafından esir alınmak üzere Anadolu’ya hapsedilmiş Türk devlet geleneğinin binlerce yıllık bakiyesi olan ve bu uzun sürede birbirleriyle kader birliği yapmış bulunan yorgun ve bitap düşmüş onca kardeş halktan özgür ve karakteri yüksek bir millet yaratmıştır. Dolayısıyla milliyetçilik, Atatürk’ün devrimci kişiliğinde ve Türkiye Cumhuriyetinin faziletinde aranmalıdır.
Orada da kalınmamalı:
Türk ve Müslüman olmadıkları için düşman bellediğimiz birçok ülke, aya yıldızlara kulaç açmış, yurttaşlarını karnı tok sırtı pek olarak demokrasiye, hak ve özgürlüklere kavuşturmuştur. Oysa biz, “şanlı geçmişimiz” diye tarihselliği olmayan bozkır ve çöl hikayeleriyle oyalanıyoruz sadece. Ne bilgimiz var ne fikirlerimiz, ne umutlarımız var ne de hayallerimiz. Bilgisi, bilgiye dayalı fikri, umudu ve gerçekle örtüşen hayali olmayanların yararlı şeyler yaparak hayatı yaşanılır kılması mümkün değildir; öncece kandırılır, kullandırılır sonra da deliğe süpürülürler. Önemli olan söylenenler değil yapılanlar olduğuna göre sormazlar mı insana; “Atanı, ceddini, geçmişini anladım; sen kimsin, ne yaptın, ne yapıyorsun?” diye!
Buna verecek bir cevabı olmayanın, değil Müslümanlığından veya Türklüğünden, insanlığından bile şüphe edilmez mi? Kendini milliyetçi ya da mümin olarak addeden insanların, milletini yoksulaştıran, birbirine düşman eden iktidarların kuyruğuna takılması mı, yoksa karşı mı çıkması gerekir?
Sonuç;
İktidardaki büyük parti ile küçük ortaklarının yerli ve milli ninnilerle bu iki partiye çelme takması, kendi bekaları bakımından kaçınılmazdır. Ancak ülkenin bekası değil midir ki İyi Parti’yi milliyetçiliği salt kendi tekelinde sanan MHP’den, Saadet Partisi’ni de dini siyasetine alet eden AKP’den farklı kılan?
Sultanlığı getirecek anayasayı yapmak için bu iki kapıdan beklediklerini alamamaları halinde, ne pahasına olursa olsun CHP ve HDP başta olmak üzere muhalefetin tümünü parçalayıp birbirine düşürmeye, küstürmeye çalışacaklardır.
Başarabilirler mi?
Başarıp başaramamaları, iktidarın dayatmalarına karşı muhalefetin birlikte ve güçlü bir itiraz cephesi oluşturmasına, halkın sorunlarının çözüm merkezi olmasına, bir de halkın bu süreçte uyanık kalmasına, yeniden ve tutkuyla kader birliği yapmasına bağlı!