Allah bu millete bir daha ‘İstiklal Marşı’ yazdırmasın
Selam tüm okuyuculara; vatanını, devletini, halkını cumhuriyeti, istiklalini, bağımsızlığını bir bütün olarak seven ve koruyan tüm güzel yüreklere…
***
Mecliste Akif’le yan yana oturuyoruz. Çantamdan bir kâğıt parçası çıkardım. Ciddi ve düşünceli bir tavır ile sıranın üstüne kapandım, güya bir şey yazmaya hazırlanmıştım.
Üstad ile konuşuyoruz:
– Ne düşünüyorsun Basri?
– Mani olma, işim var!
– Peki, bir şey mi yazacaksın?
– Evet.
– Ben mani olacaksam kalkayım.
– Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıçrar!
– Anlamadım.
– Şiir yazacağım da…
– Ne şiiri?
– Ne şiiri olacak. İstiklal şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!
– Gelen şiirler ne olmuş?
– Beğenilmemiş.
– Büyük bir üzüntüyle: ‘Ya!’
– Üstad bu marşı biz yazacağız!
– Yazalım, amma, şartları berbat!
– Hayır, şart filan yok. Siz yazarsanız müsabaka şekli kalkacak.
– Olmaz, kaldırılamaz, ilan edildi.
-Canım, Vekalet buna bir şekil bulacak. Sizin maaşınız yine resmen Mecliste kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?
– Peki bir de ikramiye vardı?
– Tabi alacaksınız!
– Vallahi almam!
– Yahu latife ediyorum, onu da bir hayır müessesesine veririz. Siz bunları düşünmeyin!
– Vekalet kabul edecek mi ya?
– Ben Hamdullah Suphi Bey’le görüştüm. Mutabık kaldık. Hatta sizin namınıza söz bile verdim!
– Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?
– Evet!
– Peki, ne yapacağız?
– Yazacağız!
Tekrar tekrar ‘söz verdin mi?’ diye sorduktan ve benden aynı kati cevapları aldıktan sonra, elimdeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı, benim daldığım suni hayale şimdi gerçekten o dalmıştı…
(Hasan Basri Çantay/Âkifname)
Bu dialog aslında Mehmet Akif’in arkadaşı Hasan Basri’nin bir kaç gün öncesinde Maarif Vekili Hamdullah Süphi’nin ona ricasıyla gerçekleşir. Hamdullah Süphi, İstiklal Marşı için ilan edilen müsabakaya 724 başvuru olduğunu, hiç birini beğenmediklerini, üstadı da yazmak için ikna edemediklerinden bahşeder.
Hasan Basri; üstadın müsabaka ve ödül sebebiyle kabul etmediğini söyleyince;
“Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklal Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin talep edilen şiiir vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asıl endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve heyecanlandırma vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim, efendim.”
Bu tezkereyi Hasan Basri’ye, Mehmet Akif’e vermesi için yazar ve o da vermeden önce üstadın mizacına uygun bir kurgu yaparak yukarıdaki diyaloğu gerçekleştirerek ikna etmeyi başarır… Tabi tek ve en önemli şartı yerine getirilerek; alması mecburi olan ödülün hayır kurumlarına verilmesi şartıyla…
1920’nin sonlarında, Batı Anadolu’daki Türk kuvvetlerinin Çerkez Ethem meselesiyle meşgul olmasından yararlanmak isteyen Yunan ordusu büyük bir taarruza hazırlanıyordu. Yunanlılar, İzmir ve Bursa’dan sonra Kütahya ve Eskişehir’i ele geçirerek, Sakarya vadisi boyunca mevzilenmiş, Ankara’yı tehdit etmeye başlamıştı.
Bu durum karşısında Meclis’in Kayseri’ye, hatta daha içeride bir yerlere, Sivas ve Malatya gibi şehirlere taşınması bile konuşulmaya başlanmıştı.
Anadolu’da tüm olumsuzluklara rağmen yeni bir devlet kuruluyordu. Tüm kuşatılmışlığa rağmen bir inanmışlık ve ümit vardı. Halkı Millî Mücadeleye teşvik için Ankara’dan giden TBMM’nin seçtiği İrşad Encümeni üyeleri Anadolu’ya gitmeye başlamıştır. Durum gerçekten son derece kritikti ve Türk ordusunun sadece silaha ve cephaneye değil, gelecekle ilgili ümitlerini canlı tutacak manevi desteğe de ihtiyacı vardı.
O nedenle hem yeni sürecin inşası, hem de varlığını devam ettirebilmesi için millete birlik ve beraberlik duygusu aşılayacak, ortak heyecanlarını ve umutlarını diri tutacak bir metine ihtiyaç vardı… Ve bunu da ancak Mehmet Akif gibi vatansever ve yüreğini mürekkebine akıtabilen bir üstat gerçekleştirebilirdi.
Mehmed Âkif, Hasan Basri Bey tarafından ikna edildikten sonra Tâceddin Dergâhı’na kapanıp İstiklal Marşı’nı yazmaya başladı. Dostları onun evde, sokakta, camide, Meclis’te, uyurken, yürürken, yemek yerken âdeta bütün hücreleriyle İstiklal Marşı’nı düşündüğünü ve yazıp bitirinceye kadar tam bir istiğrak halini yaşadığını söylüyorlardı. Hatta bir gece Tâceddin Dergâhı’nda uyanmış, kâğıt aramış, bulamayınca kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara marşın, “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” mısrasını yazmıştı.
Milli marşlar bir ülkenin karakterini, geçmişini ve gelecekteki amaçlarını anlatan metinlerden oluşur. İstiklal Marşı bunun yanında; dünyadaki tüm milli marşlardan daha yüksek bir şiir diliyle yazılması yanında ilk kıtasından başlayarak;
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyerek öncelikle halkın umutlarını yeşertmeye çalışılan,
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diyerek bağımsızlığa olan alışkanlığını hatırlatırken,
Aynı şekilde “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derken de; batı medeniyetine ve sömürgecilik düzenine karşı bir başkaldırı ve meydan okumadır.
Yani İstiklal Marşı öylesine yazılan bir şiir değil, her kelimesi her kıtası tarihten silinmek istenen bir milletin nasıl ve hangi değerlerle ayağa kalktığının, küllerinden yeniden nasıl doğduğunun da açık bir belgesidir.
İstiklal Marşı, Meclis kürsüsünde ilk defa 1 Mart 1921 günü Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey tarafından okunur; Çantay o günleri anlatırken şöyle der:
“Mebusların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu… Üstad ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.”
Marşın resmi kabulü ise Meclis’in 12 Mart (1921) tarihli oturumunda gerçekleşmiştir.
Mustafa Kemal Paşa da marş okunurken sıraların önünde onu ayakta dinlemiş ve alkışlamıştır. Atatürk, İstiklal Marşı ile ilgili duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirir:
“Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır.
İstiklal Marşı’nda, istiklal davamızı anlatması bakımından büyük manası olan mısralar vardır.
Benim en beğendiğim bölümü ise;
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin İstiklal…” diye ifade etmiştir.
Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı kaleme aldığı Ankara günlerinde, oldukça büyük maddî sıkıntılar içindedir.
Öyle ki, İstiklal Marşı’nın okunacağı gün, Meclis’e giderken yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’ın paltosunu ödünç almıştır. Öyle ki palto alacak parası yoktur. Fakat o, vatanı ve milleti adına yazdığı bu ölmez eser için ödülü reddettiği halde muhasebeden çıkışı yapıldığı için ödül olarak verilen beş yüz (500) lirayı, fakir müslüman kadın ve çocuklarına meslek öğreterek fakirliklerine son verme gayesi ile faaliyet gösteren ‘Daru’l-Mesai’ adlı hayır kuruluşuna bağışlamıştır… Ve işte her okuduğumuzda ve dinlediğimizde bizi duygulandırmasının sebebi muhakkak ki; böyle erdemli bir yürekten akan samimi sözler olmasındandır.
Mehmet Akif’in ölümüne yakın hasta yatağında arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbette İstiklal Marşını yedi eserinden oluşan “Safahat” isimli ünlü külliyatına almamasının sebebini ise şöyle dile getirir:
“İstiklal Marşı’nı milletime hediye ettim. O milletindir, benimle alakası kesilmiştir. Zaten o milletin öz malı ve eseridir. Ben yalnız gördüğümü yazdım.”
Devamında ise ağır hasta haliyle şu duada bulunur:
“Allah bu millete bir daha ‘İstiklal Marşı’ yazdırmasın!”
…
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın…