Kızıllaşmış güller…
Pürüzsüz yanağıma dokunan buruşmuş eller gözümün yaşını tüm yüzüme bulaştırıyor. Parmaklar, morarmış elmacık kemiklerime ulaşınca tiz bir ses çıkarıyorum.
Karşımdaki merhamet yoksunu bu yaşlı ruh, kirli tırnaklarını yaralı etime daha çok bastırıyor. Omuzlarıma dökülen saçlarımı kokluyor ve yüzünde bir hoşnutsuzlukla onları çekiştirmeye başlıyor.
Bedenim çatlak duvarın sertliğiyle çatırdadığında çığlıklarım yardım için dileniyor fakat içine doğduğum gövdeyi bir suç kabul eden sapık gözlüler, haykırışlarımda şen buluyorlar.
Şimdi beni hasta ruhlarıyla soyan ellerin bir gün tabutumu taşıyan eller olacağı gerçeği midemi bulandırıyor, kaburgalarıma yediğim darbeyle kaldırımlara içimi boşaltıyorum. Kızlığım bozuluşu onların pisliğinden doğsa bile kadınlığa geçişimin cezasını kırılan kemiklerimle ben ödüyorum.
Cinsimin kanları toprağı yıkarken adamlıklarıyla üstünlük taslayanlar bacak bacak üstüne atmış, nemli havaya sinen vahşeti izliyorlar. Belimize bağlanmış zincirleri çekiştirenler, kendi bellerini kontrol edebilmekten aciz bu “insancıklar” kokuşmuş ağızlarını işlemediğimiz bir suç için açtıklarında birkaç kelimeye dayanmış özgürlüğümüzün silinişini izliyoruz.
Prangalarımız bedenimizi sıkıyor olabilir fakat kalbimiz hür benliklerimiz için attığı sürece umut, kızıllaşmış topraktan kızıllaşmış güllerle doğacak.