Hz. Muhammed, Ebucehil ve İstanbul Sözleşmesi
Hz. Muhammed, Türkiye’nin getirildiği bugünküne benzer bir ortamın içine doğdu. Tanrı’nın elçiliğine mazhar olduğu güne kadar ait olduğu memleketin ve kavmin namaz, oruç, zekat, hac gibi kadimden gelen yerleşik kurallarına uymuş, adaletsizliklerine de başkaldırmıştır. Tanrının görevlendirmesi, emri ve yardımıyla da olsa öyle bir toplumda bir şeyler yapabilmek, o günün muktedirleriyle mücadele edebilmek için güvenilir olmasının yanında belki güç sahibi olması da gerekiyordu. Varlıklı bir kadınla evlilik yapma nedeninin altında bu güce kavuşma arzusu da yatıyor olabilir.
Bunlar anlaşılabilir şeylerdir. Hele ezilenden, sömürülenden, mazlumdan yana olması, onları örgütleyerek o dönemin koşullarında eşitlikçi bir düzen getirmesi, tarihin en büyük devrimlerindendir. Anlaşılması zor ve asla kabul edilemeyecek olansa kendi meşruiyetinde birden hayli fazla kadınla evlilikler yapmış olmasıdır. Onun da çevresindeki diğer etkili ve yetkili erkekler gibi bu yolu tercih etmesi, ne yazık ki kadının aşağılanmasına ve hürriyetinden edilmesine sebep olmuştur.
Öyle ki toplumsal yaşamda kadının işgücünden bile yararlanılmıyor, kadına sadece bir cinsel obje, bir üreme aracı gözüyle bakılıyordu. Onun için bir babaya, bir kızının olduğu haberi verildiğinde baba öfkelenir, yüzü kapkara kesilir, aşağılık duygusuna kapılırdı. Halife Ömer’in bir anlık öfkeden kendini kaybeden mizacına sahip kimi erkekler kızının varlığını gizleyemeyince bu duygulara yenik düşerek tıpkı Ömer’in yaptığı gibi masumiyetine aldırmadan kız çocuklarını diri diri toprağa gömebiliyorlardı.
Sadece kız çocukları mı?
Teolog Yaşar Nuri Öztürk, Pakistan’ın milli şairi Muhammed İkbal’in “İslam’a en büyük hizmeti verenlerden biri Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, diğeri de İslam’ı hurafelerden temizleyen Atatürk’tür” sözüne katılır, ayrıca Atatürk’e deccal diyen kafaların bir zamanlar Peygambere de deccal dediklerini anlatırdı.
Namazında niyazında, orucunda haccında, güçlü bir imanla Allah’a bağlı olan Ebucehil’in, Peygamberliğini ilan etmiş Muhammed’in yanından geldiğini öğrendiği karısıyla, “Nasıl olur da kurulu düzenimizi bozmaya çalışan deccal Muhammed’le görüşürsün?” diye tartışınca, karısının, “Muhammed’in toplumsal yaşamımızda olanlarla, olması gerekenler hakkındaki konuştuklarının çok da yanlış olmadığını” söylemesi üzerine, karısını hemen oracıkta hançerleyerek öldürmesi, o anlayıştaki bir toplumda kadının yerini de yeterince gözler önüne sermektedir.
Bu zihniyetteki Arap toplumları güneyden Sümerleri işgal edip uygarlığını kurutmaya başlayınca, Sümer kültürü de Anadolu’ya iltica etti ve oradaki kültürle birleşerek kaynaştı. Anadolu’da etnik olarak her kim varsa hepsi birlikte daha ileri bir medeniyet yarattılar. Anadolu, bugün katledilen savunmasız kadınların olduğu kadar, anaerkil zamanlarında kadının fıtratındaki doğurganlığın ve bereketin simgesi tanrıça Kibele’nin de vatanıdır. Dolayısıyla Hitit ve Roma döneminde bu toprakların kentlerinde de köylerinde de kadın hiçbir zaman erkeğin gerisinde değildi. Ta ki Araplar, kültürleriyle Anadolu’yu da işgal edene kadar.
Selçuklular döneminde Fars kültürü, Osmanlılar döneminde de Arap kültürü kendisini İslam’la kamufle ederek Anadolu’ya girdi. Arap kültürü, Türklerin Anadolu’daki hakimiyetini içine sindiremeyen Avrupa tarafından yaratılarak bugün dahi desteklenen tarikatlar ve cemaatlerle işbirliği yaparak örgütlendiği için daha baskın geldi; Fars kültürünün etkisini azalttı, kadını baş tacı eden yerli Anadolu kültürünü ise yüz yıllar içinde kendi ilkelliğine dönüştürdü. Bu dönüştürmeye, kadını insan olmaktan çıkartarak başladı. Onun için Osmanlıda nüfusa sadece erkekler dahil edilir, hayvan sayımı yapılır ancak kadın her halükarda hesaba katılmazdı. Böylece din adına aklı ve düşünceyi afyonlayarak insanın özgür düşünmesini engelleyen cemaat ve tarikatlar, Selçukluyu da Osmanlıyı da çürüterek yıkılmasına sebep oldu.
İyi talih yeniden Anadolu’nun yüzüne güldü: Atatürk gibi bir dahinin önderliğinde yekvücut olan Anadolu halkı laik ve demokratik Cumhuriyeti kurdu. Dünyada birkaç ülkede bulunan kadınların seçme hakkına seçilme hakkı da eklenerek onlarınkinden daha ileri bir boyuta taşındı kadın hakları. Selçuklu ile Osmanlı gibi iki cihanşümul Türk imparatorluğunu batıran tarikat ve cemaatler de tekke ve zaviyeler kanunu kapsamında kapatıldı.
Ancak yeni kurulmuş tam bağımsız, özgür ve laik Türkiye Cumhuriyetinin dünyadaki mazlum milletlere örnek olmasını kendi yayılmacı emellerine ters gören batı emperyalizmi, Atatürk’ten sonra, satın aldığı Araplarla birlikte Türkiye’deki İslami cemaat ve tarikatları yeniden uyandırıp ayağa kaldırdı. Hatta iktidarların ortağı bile yaptı.
Cumhuriyetin kanunları her ne kadar kadın haklarını güvenceye almış olsa da Türkiye’de ve daha birçok ülkede neoliberalizmin dinlerle ittifak yaparak kadına şiddet uygulaması, İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası bir dayanışmayı gündeme getirdi. Türkiye ile birlikte kırk beş ülke 2011 yılında İstanbul’da bir araya gelerek, “Kadına, aile bireylerine ve insanların cinsel tercihine yönelen şiddeti durdurmak” amacıyla iç hukukun üstünde ve bağlayıcı olan bu sözleşmeyi imzaladı.
Bu sözleşmeye Türkiye adına ilk imzayı koyan AKP hükümetidir. Çünkü kadına en çok Türkiye’de şiddet uygulamaya başlanmıştı. AKP, demokrasiyi “Varılacak bir hedef değil kendi hedefine varmak için bindiği bir tren” olarak belirtmemiş, takiyye yaptığını açık açık söylememişti henüz. Demokrasi getireceğiz propagandası karşılığında halktan oy almaya devam ediyordu o sıralar.
Ama o günden bu yana çok şey değişti; getirdiği yeni rejim ve uyguladığı politikalar sayesinde AKP’nin maskesi düştü. Derdinin tek adam rejimini ayakta tutmak olduğunu gören, halkın en az yüzde yetmişi şimdiden kendisine cephe almış durumda. Böyle olunca da Arapların kadına düşman İslam öncesi ilkel çöl kültürüne mensup cemaat ve tarikatların oyuna muhtaç duruma geldi.
AKP’nin bu çaresizliğini fırsat bilen cemaat, tarikat ve Saadet Partisinin en gerici kanadı, İstanbul Sözleşmesinin feshi karşılığında Cumhur İttifakı ile işbirliğini güçlendirmeye hazırlanıyor. İçinde milli kültürden yoksun milliyetçilerin de bulunduğu hukuk, demokrasi ve laiklik karşıtı bu ittifakın son günlerde Ayasofya imamı, akit gazetesi gibi ağızlara yaptırdığı açıklamalara bakılırsa sırada 6284 sayılı Aileye ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile bugüne kadar doğru dürüst uygulanmayan laikliğin tümden anayasadan kaldırılması ve hilafetin getirilmesi var.
Bütün bunlar, bugün de karşılıklı hamlelerle devam eden tarihsel bir mücadelenin hikayesidir. Galibiyet de mağlubiyet de tarafların oyunculuğundaki samimiyette, ustalıkta, kararlılıkta ve haklılıkta saklıdır. Herkes ne istediğini çok iyi biliyor ve ona göre tarafını belirliyor.
Muhammed’in getirdiği İslam’la bir problemi olmayan laik Cumhuriyeti içine sindiren, ülkemizin aydınlık geleceğinden ve insan haklarından yana fazilet sahibi yurttaşlar, insanlıktan çıkmış erkeklerin şiddetine, cinsel istismarına maruz kalan kadınları, çocukları koruyan Cumhuriyet kanunları ile İstanbul Sözleşmesinin eksiksiz bir şekilde uygulanmasından taraf.
Akılları ve temel içgüdüleri cahiliye devrinin karanlığında yerleşik olan, Emeviler gibi Kuran’ı mızraklarının ucuna takarak siyaset yapan, her türlü şiddetten ve istismardan beslenenler de ülkeyi kendilerinin hala içinde bulundukları tarih öncesi karanlığa çekmekten taraf.
Onların bu tutum ve gayretlerine bakıldığında, amacın sadece İstanbul Sözleşmesi gibi kadını, aileyi ve bireyi koruyan yasaları kaldırmakla sınırlı olmayıp, bir bütün olarak Türkiye Cumhuriyetini içeriden yıkmak olduğu anlaşılmaktadır.
Çok tebrik ediyorum.
Çok tebrik ediyorum.
Kolay gelsin
Çok teşekkür ederim, sağ olun Hüsmen Bey.