Türkiye‘yi Türkçülük kurdu
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini, Türkçülük akımı kurmuştur. Türklerin tarihin en eski dönemlerinden bu yana var olmaları ve birçok devlet kurmalarına rağmen, sadece Türklerin var olması Osmanlı sonrası dönemde yeterli olmamış, Türkler imparatorluğun başında bulunmalarına aynı zamanda devlet gücüne sahip bulunmalarına rağmen, büyük bir Türk devleti olan Osmanlı imparatorluğunu kaybetmek durumunda kalmışlardır. O dönemin koşullarında imparatorluklar cihan savaşı ile birlikte ortadan kalkarlarken dünyanın her yerinde ulus devletlere yönelme süreci başlamış ve bunun sonucunda da Osmanlı sonrası dönemde eski imparatorluk toprakları üzerinde alt kimlikler üzerinden ulus devlet arayışları öne çıkmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayılan devletler olmaları nedeniyle, kozmopolit toplum yapılarına sahip olduklarından, devletin dağılma noktasında her kafadan bir ses çıkmış ve bu durumun sonucunda da belirli bölgelerde toplanmış olan alt kimlikli etnik ve kültürel toplulukların yaşadıkları alanlar üzerinde özgürlük arayarak, daha küçük devlet yapılanmaları ile birlikte ayrı devlet oluşumlarına yönelmişlerdir. İmparatorlukların merkezleri çökünce, merkezlere karşı başkaldıran büyük şehirler ya da bölgesel toplulukların kendi devletlerini kurma yoluna girerek, geleceğin ulus devletlerini yaratmayı da kapsayan bir yeni yapılanma dönemi gündeme gelmiştir. Dünya savaşı her kıtada önemli değişiklikler meydana getirdiği için, yeni durumlara uygun yapılanmalara yönelerek devlet sayısını artıracak ölçüde adımlar atılmıştır. Bu yüzden imparatorluklar sonrasında yeni devletler çağımızın ulus devlet kimliği ile ortaya çıkmışlardır.
Ulus devletlerin kurulması aşamasında ya uluslar önceden oluşmuş ve daha sonraki aşamada kendi devletlerini kurmuşlardır ya da imparatorlukların parçalanması sonrasında ortaya çıkan daha küçük topraklar üzerinde yaşayan insan toplulukları, kendisini korumak üzere önce bir devlet kurar ve ikinci aşamada da devletin yapacağı sosyal ve kültürel çalışmalarla yeni kurulan devlet kendi ulusunu oluşturarak, devletin ulusal toplum ile bütünleşmesini sağlar . Bu ayırımla konu ele alındığında, Türk devletinin tarih sahnesine çıkışında her iki yoldan gelen farklı etkilerin bulunduğu görülmektedir. Bu açıdan tarih öncesi dönemlerden gelen bir çizgide Türkler her dönemde var olmuşlar ve kendilerini temsil eden hanedanlar üzerinden Türk devletleri kurmuşlardır. Ne var ki, uluslaşma olmadığından hanedanların kurucu şefleri aynı zamanda devletin başı olmuş ve yeni devletler ülkedeki siyasal güce sahip olan Türk asıllı kralın ya da imparatorun hegemonyası altında belirli dönemlerde kendi toprakları üzerinde egemen olmuşlardır. Millet esaslı devletlerde geçmişten gelen uluslaşma sürecinin ortaya çıkardığı ulusal yapı zamanla kendi ulus devletini kurabilmektedir. Devlet esaslı siyasal yapılanmalarda ise, tüm devletler kendi ulus devletini ilan ederek uluslaşma sürecinin esaslarına uygun bir çizgide dünya haritasındaki yerlerini almaya çalışmaktadırlar. Böylece devlet ya da millet esaslı ortaya çıkışlar sayesinde dünya haritasındaki ülkeler, imparatorluklardan ulus devletlere dönüşmüş ve bunların özünde yer aldığı siyasal oluşumlar yirminci yüzyılı ulus devletler çağı haline getirmiştir.
Türkiye’de ise özel konum nedeniyle, Müslüman milletten laik ulus devlete geçiş süreci yaşanmış ve bütün toplum laiklik esası ile dinsel yapı ve yaşamın dışına çıkarılarak millet ve devlet dengesi kurulmasına çalışılmıştır. Bu çabaların sonucunda Müslüman millet ile laik devletin birlikte var olabilmesi için çalışılmıştır. Türkiye’nin bulunduğu Orta Doğu bölgesinde İslamiyet çok ağırlıklı olduğu için genelde İslam devlet modeline uygun devletler Osmanlı sonrasında bölgeye yayılmışlardır. Bunların içinde sadece Türk devleti laik bir cumhuriyet olarak Atatürk tarafından kurulmuştur. Tüm bölge ülkeleri için emsal oluşturabilecek yeni devlet yapılanması, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında gündeme getirilerek tartışma alanında her yönü ile incelenmeye çalışılmıştır. Arap kökenli ülkeler de din etkisi çok fazla olduğu için bu ülkelerde Arap kökenli olmanın üzerin pek fazla durulmamıştır. Orta kuşakta yer alan bütün Arap devletlerinin hepsinin Müslüman olması ümmetçilik üzerinden bir İslam milleti yaratmış gibi bir ortam hazırlamıştır. Müslüman ülkelerde daha çok din ağırlıklı bir İslam milliyetçiliği öne geçince Arap ülkelerinde yeni yapılanma Müslümanlık üzerinden oluşturulmuştur. Arap ülkeleri eskisi gibi din etkisiyle yeni devlet biçimine geçerken, Arap milliyetçiliğinin gereklerini yerine getirerek, Türkiye’de olduğu gibi laik bir devlet kurarak Arap milliyetçiliğinin dengelenmesi düşünülmemiştir. Ulus devletler çağında Arap topluluklarının eskisi gibi İslam devleti modelinde ısrar ederek laik devlet yapılanmasına geçmemeleri kurdukları devletlerin çağdaş anlamda laik bir düzen getirmemesi gibi olumsuz bir durum yaratmıştır. Laiklikten uzak kalan siyasal yapılanmaların nasıl orta çağ düzeni içinde kaldıklarını zamanla Orta Doğu ülkelerinde görmek mümkün olabilmiştir. Türkiye çağdaş bir devlet olmaya yönelirken, ortaçağ değerlerine ve düzenine karşı çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Türk halkının katılımı ile kurulurken köklü bir devrim yapılmış ve din devletinden vazgeçilerek daha işin başında çağdaş bir düzen oluşumuna öncelik tanınmıştır. Laik devletin kuruluşu beraberinde Müslüman milletten Türk ulusuna geçiş dönüşümünü de gerçekleştirmiştir. İmparatorlukların çatısı altında koruma altına alınmış olan din düzenlerinin yeni dönemde devam ettirilmesi, ülkelerin koşullarına göre ayarlanmış ve orta kuşakta yer alan Müslüman ülkelerde dinin toplumsal yaşamda ağırlığını devam ettirmesi laik devlet düzenleri kurulmasını önlemiştir. Türkiye’de ise Osmanlı döneminden kalma gayrimüslim nüfusun ağır basması nedeniyle modern Türk Cumhuriyeti kurulurken, Müslümanlar ile birlikte gayrimüslim toplum kesimlerinin de yer alarak katıldığı bir çok kültürlü toplum yapısı içinde yeni bir ulusal oluşuma öncelik verilmiştir. Üç kıta ortasında kurulan çağdaş cumhuriyetin beraberinde laik bir devlet düzeni getirmesinin ana nedeni olarak, Balkanlar ve Kafkaslar bölgelerindeki çok dinli yapıların rolü görülmüştür. Kuzey Asya’dan ve Balkanlar’dan gelen Musevi ve Hristiyan dini mensubu olan bazı Türk asıllı toplulukların Türkiye’ye gelirken bu farklı dinleri ile birlikte geldikleri görülmüş ve bu durumun etkileri ile birlikte Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde görülen laik düzeninin de toplumla birlikte kaynaşmaya çaba gösteren bu kesimlerin talep ve isteklerinin yansımaları üzerinden kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanı sırasında üç büyük tek tanrılı dinin içinden gelen kesimlerin temsili ile çağdaş laiklik düzenine geçiş sağlanmıştır. Bu noktada, ulus devletlerin çıkışı ile imparatorluktan gelen düzenler tümüyle yıkılmıştır.
Osmanlı devleti gibi çok uluslu bir imparatorluğu dağılışı aşamasında, Balkan bölgesinde İslam ve diğer iki tek tanrılı dinin çekişme ve çatışma içine sürüklenmesi yüzünden çok insanın öldürülmesi de yeni devletin kuruluşu sırasında dikkate alınarak, bu gibi olumsuz durumların önlenmesi için de laiklik düzeninin kurulması öncelikle gündeme getirilmiştir. Osmanlı yönetiminin farklı din taşıyan toplum kesimlerine hoşgörülü davranması nedeniyle, bu devletin barışı Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinde olduğu gibi Orta Doğu ülkelerinde de dini kesimler arasında barış ortamı kurularak korunmuştur. Avrupa kıtasının büyük ve gelişmiş Hristiyan ülkeleri laiklik düzenini kabul etmelerine rağmen, kıtanın doğusunda yer alan eski Osmanlı ülkeleri kendi aralarında bir Balkan savaşı yürüterek bu bölgenin kan gölüne dönüşmesine yol açmışlardır. Balkan bölgesinde üç büyük dine mensup bir çok insan yüzyıllarca Osmanlı barışı altında varlıklarını sürdürmelerine rağmen, dağılma aşamasına gelindiğinde, Vatikan destekli Hristiyan topluluklar Müslümanlar ve Musevilere saldırarak önce kendi ulus devletlerini kurmaya ve ikinci aşamada ise bu devletlerin sınırlarını genişletmeye kalkışmayla bölge barışını yıkarak, Müslüman ve Musevi nüfusların yok edilmesine çaba göstermişlerdir. Bütünüyle Hristiyan bir Avrupa isteyen Vatikan bu doğrultuda Hristiyan toplulukları kışkırtırken, yeni dönemdeki ulusal yapılanmanın ötesinde yeniden Ortaçağ karanlığını yansıtan toplu katliamların birbiri ardı sıra gündeme gelmesine yol açmışlardır. Bu durumda Balkan ülkeleri Osmanlıdan ayrılırken ulusçuluk hareketi etkisiyle ulus devlet olarak ortaya çıkmışlar ama Avrupa kıtasını Hristiyanlığa dayanan tek bir din devleti yapmak isteyenler ise, yeniden din savaşlarını hortlatarak dünya barışını ortadan kaldırmışlardır. Uluslaşma süreçleri bütün devletleri iç çatışma ve karışıklıklara sürüklerken, bir yandan da yeni alt kimliklerin yarattığı farklı ulus devletler ortaya çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyetini Türkler kurmuştur. Kendi halinde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılarak yaşamlarını sürdürmekte olanların , ya da ekmek kavgası doğrultusunda geçim sorunlarını karşılamaya çalışanların, böylesine çağdaş bir devlet kuramayacakları açıktır. Bu nedenle Türk devletinin arkasında kendi halinde yaşayan Türkleri değil ama tarihten gelen bilgi birikimi, dünya siyaseti ve insanlığın içinde bulunduğu konjonktürler hakkında bilgi sahibi olan ve bu doğrultudaki çabaları sistemli bir yönde kullanan Türklerin oluşturdukları, Türklük bilinci ve buna dayanan Türkçülük hareketi Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin dünya haritasındaki yerini almasına giden yolu kat ederek, bugünlere kadar gelebilmiştir. Böylesine bir süreci başlatan ve bugünlere kadar getiren siyasal oluşum Türkçülük hareketi olmuştur. Bir anlamada bugünkü Türkiye Cumhuriyetini yaratan siyasal ve toplumsal gücün Türkçülük hareketi olduğu. Bilinmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti adı ile bir Türk devleti çağdaş dünyada var olabiliyorsa, bunun arkasında örgütlü bir yapılanmanın ve stratejinin bulunduğunu görmek gerekmektedir. Türk ulus devletine doğru gidişin hem öncüsü hem de örgütleyicisi durumunda olan bir Türkçülük akımının belirli bir zaman dilimi sonrasında ortaya çıkarak öne geçtiği ve örgütlenerek son hedef olan bağımsız Türk devletini kurduğunu, tarihteki gelişmeler göstermekte ve buralardan gelen gerçekler de geleceğin cumhuriyet kuşaklarına bugünkü Türk devletinin nerelerden geldiğini ve nasıl bir süreç içinde bugünkü yapılanma modeline eriştiğini ve neden Atatürk’ün devlet modeline yönelindiğini iyi görmek gerekmektedir.
Türkçülük hareketine yön gösteren Türklük olgusu ile bugünlerde Türk dünyasının elinde olan bilgi birikiminin her yönü ile ele alınarak incelenmesiyle, Türklük olgusundan Türkçülük hareketine nasıl geçildiği çeşitli yönleriyle öne çıkmaktadır. Tarih öncesi dönemde dünya tarihinde yer almış olan proto -Türkler’den başlayarak, bugünün yaşanan dönemlerine kadar Türklük olgusunu ve Türklerin konumunu her yönü ile ele alarak incelemek, Türklük üzerinden Türkçülük hareketinin aydınlığa kavuşmasını ve bugünün Türkçülük hareketinin her yönü ile Türk kamu oyu tarafından öğrenilerek bilinmesini sağlayacaktır. Bu gibi gerçeklerin incelenmesi sayesinde varılacak yeni siyasal bilinçlenme ile Türkçülük hareketinin gelişmesi ve Türklük olgusunun bugünün dünyasına daha ağırlıklı bir biçimde girmesini günümüzün genç Türk kuşakları sağlayacaklardır. Türkçülük hareketinin eseri olan Türk devletinin gelecekteki yeri ve yükselişi bir Türklük bilinci içinde, genç kuşakların nöbeti devralarak daha üst düzeydeki hedeflere ulaşılması ile mümkün olabilecektir. Yirminci yüzyılın başlarında neden böyle bir Türk devletinin kurulduğunu ve bu devletin nasıl bir yüzyılı geride bırakarak, yirmi birinci yüzyıla geldiğini Türk dünyasının iyi bilmesi ve bu bilgi üzerine Türk devletine sahip çıkılarak, çağdaş cumhuriyet yönetiminin sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak bir atılımın gerçekleşebilmesi için bu çizgide yeni adımların atılması gerekmektedir.
Kurtuluş savaşı sonrasında devlet kurulurken bütün eski Osmanlı vatandaşlarına Türklük statüsü normal koşullarda tanınmıştır. Ayrıca terk edilen Osmanlı topraklarından göçmen olarak merkezi ülke olan Anadolu topraklarına gelen eski Osmanlı ahalisini de, merkeze geldikten sonra aynı statü tanınarak işin başında homojen bir toplum yapısı ile ulus devletin inşasına girişilmiştir. Osmanlıların farklı alt kimliklerden gelmesi kuruluş aşamasında bazı zorluklar yaratmış ama Kemalist devlet bilinçli bir ulus devletçi yaklaşımı kararlı bir biçimde uygulayarak, üniter bir devletin halk tabanının uluslaşmış bir yapıda ortaya çıkarılması hedefi doğrultusunda, tabanının ulusal çizgide örgütlenmesi için çaba gösterilmiştir. Yeni devletin nüfusu imparatorluk alanından geldiği için farklı kimlikler önceleri korunmaya çalışılmış ama göçmenlerin getirilerek ülkenin çeşitli bölgelerine yerleştirilmesi sırasında, bu kozmopolit nüfusun kaynaştırılmasına olanak sağlayan ve zaman içinde ulusal kaynaşmayı gerçekleştirecek bir entegrasyon sürecinin hızla devreye sokulmasıyla, ulus devletler çağında uluslaşma sürecinin tamamlanmasına çalışılmıştır.
Balkan savaşlarının kaybedilmesiyle bir kaç milyonluk büyük bir Balkan göçmeni grup Anadolu yarımadasına gelerek Türkiye Cumhuriyetinin yeni vatandaşları olmaya çalışıyorlardı. Daha sonraki yıllarda Mübadele Antlaşması ile belirli kurallara bağlanacak olan nüfus kaydırma operasyonlarında Anadolu Hristiyanları ile Balkan Türkleri takas edilerek yeni ulus devletin tabanında daha istikrarlı bir homojen yapılanmaya gidilmesi için çaba gösterilmiştir. İngilizler alt kimlikçi bir federasyonu Osmanlı mirasından çıkarmaya çaba gösterirken, Türkçülük hareketinin bilinci temsilcisi olan milli kadrolar savaş koşullarında yepyeni bir ulusu tarih sahnesine çıkarıyorlardı. Balkanlar elden gittikten sonra Anadolu’nun geleceği için mücadele eden Kuvayı Milliye hareketi, Balkan göçmenlerini batı Anadolu bölgesine yerleştirerek vatan savunması sırasında bu kadrolardan yararlanmaya çalışıyordu. Bulgar ve Makedonya asıllı Balkan göçmenleri ayrı ayrı bölgelere yerleştirilirken hem grup oluşumlarına hem de bölge dengelerine dikkat edilerek, yeni devletin nüfus coğrafyasının dengeli bir biçimde olmasına çaba gösteriliyordu. Birinci Dünya savaşı ilerledikçe Anadolu yarımadası daha da önem kazanıyor ve Türk devletini çevreleyen bölgelerden akın akın insanlar, Atatürk Cumhuriyetine gelerek ve vatandaşlık statüsü alarak Anadolu topraklarına yerleşmek için can atıyorlardı. Daha önce ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları doğrultusunda vatan ilan edilen alanının, göçmen dalgaları ile doldurulması için çalışılırken, dünya devletleri ailesine üye olabilecek düzeyde yeterli ve güçlü bir ulus devlet kurulması için çaba harcanıyordu. Anadolu’nun zengin toprakları vatan olarak ilan edildikten sonra, bu yeni vatanın her bölgesinin gelecekte Türk ulusu ile uyumlu bir bütünleşme sürecine girebilmesi hedefleniyordu.
Anadolu Müslümanları Avrupa kaynaklı Haçlı ordularına karşı direnerek işgal ordularının ülkeden çıkmasını sağlıyorlardı. Anadolu’da Müslüman Türklere karşı savaşan tüm orduların daha çok Hrıstıyan asıllı olmaları yüzünden Müslümanlar bu duruma karşı çıkarak silahı alıp dağa çıkıyorlar ve ülkede direnme noktaları oluşturarak Avrupa merkezli haçlı ordularının önlerini keserek saldırgan orduları Akdeniz’e doğru püskürtüyorlardı. Anadolu’nun gayri müslim gruplarını İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi Hristiyan kökenli emperyalist ülkeler kontrol altına alarak, Türk ve Müslüman Anadolu halkına karşı kullanabilmenin arayışı içine giriyorlardı. İngilizler Yunanlıları, Fransızlar Ermenileri, Ruslar Gürcüleri Türklere karşı kullanırken, sahip oldukları gayrimüslim yapıların verdiği avantaj olarak beliren yakınlıkları Türk ve Müslüman direnişine karşı kullanıyorlardı. Doğu Anadolu’da Gürcü, Rum ve Ermeni asıllı imparatorluk kalıntısı Müslüman olmayan nüfus topluluklarının Osmanlı sonrası dönemde de sahip oldukları haklar üzerinden varlıklarını sürdürmeleri meselesi öne çıkarken, Kemalist rejim batılı düşmanların topluca saldırılarına karşı eski Osmanlı ahalisi olan Anadolu halkını bir araya getirerek, uluslaştırabilmenin yollarını arıyordu. Savaş uzayıp gittikçe Anadolu müslümanları Ankara’da merkezi olarak örgütlenen Kuvayı milliye hareketinin çatısı altında toplanıyordu. Doğu Anadolu’da Gürcüstan ve Ermenistan meselelerini Rusya aracılığı ile çözüme kavuşturan Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’nun ortası ile kuzeyi ve güneyinde oluşan cephelerde işgal orduları ile savaşmak zorunda kalıyordu. Merkezi alandaki savaş bir Müslüman ve Hristiyan çatışmasına dönünce, gelecekte merkezi coğrafya toprakları üzerinde hak iddia etmeye çalışan Siyon hareketinin Suriye ve Çanakkale savaşları sırasında Siyon Katır birlikleri kurarak, geleceğe doğru bir hazırlık içinde girdikleri anlaşılmıştır. Nitekim Müslüman ve Hristiyan nüfusların dışında kalan Musevi grupları da Anadolu yarımadasının batı bölgelerine yerleşerek, geleceğin Orta Doğusunda Büyük İsrail projesi doğrultusunda yer kapmaya çalıştıkları görülmektedir. Özellikle Balkan savaşları ve mübadele uygulamaları sırasında fazlasıyla hareketlilik kazanan Musevi gruplar, Anadolu ile Balkanlar arasında bir batı köprüsü kurarak etkin olmaya çalışmışlar, Anadolu bölgesinde gündeme gelen bütün siyasal gelişmeleri ya yakından izleyerek ya da içine girerek siyasal açıdan da etkinliklerini geliştirmeye çalışmışlardır . Ülkenin daha çok batı bölgesine yerleşen bu gruplar daha çok deniz kenarında yer alan il ve ilçeleri yeni yerleşim merkezlerine dönüştürmeye çalışırken, Kemalist rejimden yana çıkarak hiçbir biçimde azınlık hakkı talep etmemişler ama bütün siyasal gelişmelerin de içinde yer almışlardır. Bu tür bir tutum başlangıçta sorun çıkarmamış ama zamanla bir çok sorunun doğmasına yol açmıştır.
Türkiye Türk ve Müslüman bir devlet olarak Türkçülük akımının etkisiyle kurulmaya çalışılırken, öncelik gayrimüslim sorununun çözülmesine tanınmıştır. Yedi yüzyıl boyunca Hristiyan ordular ile savaşmak zorunda kalan Türkler ve Müslümanlar, Gürcüler, Ermeniler, Pontuslular gibi Hristiyan Anadolu’da yeni bir ulus devletin kaynaştırıcı ortamında aynı çatı altında bir araya gelirlerken, Anadolu yarımadası üzerinde bir Hristiyan devlete izin verilmemiştir, Musevilerin nüfusu devlet kurmaya yetecek düzeyde fazla olmadığı için, bu gruplar Birinci Dünya savaşı yıllarında Sion Katır birlikleri aracılığı ile geleceğin sinyallerini vermeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda Türk ve Müslüman ahalinin içinde fazlasıyla Musevi asıllı vatandaşların yer almasıyla birlikte, ulusal kurtuluş savaşı sonrası dönemde siyonizmin Büyük İsrail projesi, bölgenin ana süreci olarak gündeme getirilerek tüm bölge ülkelerine dayatılmıştır. Türkiye cumhuriyeti açıkça dünya kamuoyu önünde laik devlet ve Müslüman millet modeli ile kurulurken, aynı dönemde Sion katır birlikleri sonrasında, bu kez Sion insan birlikleri çeşitli alanlarda devreye sokularak geleceğin merkezi coğrafyasının kuruluşu aşamasında İsrail merkezli bir yapılandırmanın öncülüğü örgütlenmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir siyasal sürecin tam ortasında tarih sahnesine çıkarken, bölgesel bir imparatorluğa karşı bir ulus devlet bilinci ve gücü olarak kimlik kazanmaya çalışmıştır. Ne var ki, geleceğe dönük bölgesel federasyon modelleri dışarıdan dinler adına zorla bölge ülkelerine dayatılırken, Türkiye’ye de bu doğrultuda baskılar yapılmış ve hatta Türk dış politikası bu doğrultuda uluslararası güç merkezleri tarafından bu doğrultuda ayarlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı sonrasında merkezi alandaki bütün gelişmelerin arkasında Büyük Orta doğu, Yeni Bizans ya da Büyük İsrail gibi bölgesel federasyon projelerinin baskılarla dayatıldığı bu aşamada, Türkiye Cumhuriyetinin Türk ve Müslüman bir ulus devlet olarak yoluna devam etme konusunda fazlasıyla zorlandığı görülmüştür.
Üç büyük dinin var olma, çekişme ve çatışma süreçlerinin devam edip gittiği merkezi bölgenin geleceğindeki belirsizlik bu işlerin tam göbeğinde kurulması ve geleceğe dönük olarak kurumlaşması sırasında, dış güçlerin fazlasıyla devreye girerek kendi plan ve programları doğrultusunda Türkiye’nin iç işlerine karıştıkları, kendilerine yakın kadroların işbaşına getirilmeleri ve hatta kendi yetiştirdikleri elemanları devlet ve toplum yönetiminde öne çıkararak, yeni Orta Doğu planları doğrultusunda farklı yapılanmalar için bunlardan fazlasıyla yararlanıldığı görülmektedir. Dinin siyasete alet edilmesi gibi bir olumsuz gelişmenin toplumsal tabana din ve inanç merkezleri üzerinden yayılması iki dünya savaşı sonrasında orta dünyaya barışın gelmesini önlemiştir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu bütün bu gelişmeleri bilerek izlediği için, yeni başkent Ankara’da güçlü bir merkezi yönetimin kurulmasına öncelik verilmiştir. Dinlerin ve mezheplerin kavga ve çekişme alanlarının tam ortalarında bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye’nin devlet modeli, içinde bulunduğu merkezi alanının öne çıkardığı siyasal sorunların birinci derecede muhatabı olarak, her aşamada bölgesel planların dayattığı projelerle karşı karşıya kalmıştır. İmparatorluğun mirası bir Müslüman halk tabanını kendisine vatandaş tabanı olarak kabul eden Türk devleti, gelecek kavgalarının çok yoğun yaşandığı bir süreçten geçerken, yüz yıl önceden kalan çeşitli siyasal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya gelmektedir. Proje dayatmalarının Türkiye’nin önünü kestiği aşamalarda, Türkiye bu bölgenin ana sorunu olan din kavgalarından kurtulmak üzere Avrupa tipi bir laiklik anlayışını kabul ederek yoluna devam etmek istemiştir. Ne var ki, Türk devletinin laik yapısını yanlış anlayarak, bir anlamda İslam karşıtı bir tutuma doğru sürüklemeleri, Türk modeli olarak geliştirilen laik devlet Müslüman millet beraberliğini bozarak bir barış ortamını çekişme ve çatışma yapılanmasına dönüştürmesi, emperyalist güçlerin merkezi alandaki Türk devlet modelini ortadan kaldırmasının ana nedeni olarak öne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir çıkmaz içinde olduğunu bilerek hareket ettiği için kendi modeli üzerinde bugüne kadar ısrar ederek bölgedeki istikrarlı durumun ortadan kaldırılmasına izin vermemiştir. İmparatorluk sonrasında bir ulusal kimlik ve devlet yapısı inşa edilmeye çalışılmasının ana nedeni bu durum olarak görünmektedir. Din esaslı imparatorlukların parçalanmasıyla ulus devletlerin önü açılırken, devletlerin ulusal yapıları ve ulus toplum tabanlarının zayıflatılmasıyla sonuç alınmaya gidilmiştir.
Türkiye çok uluslu bir toplumdan bir ulus devlet çıkararak ülkenin birliğini din üzerinden sağlamaya çalışırken, diğer yandan İslamın dışındaki dinler, siyasete dini karıştırarak ve dinsel örgütlenmelerini güçlendirerek, ulus devletleri tasfiye etmenin arayışı içinde olmuşlardır. Musevilik ve Hristiyanlık bu doğrultuda orta dünyada etkinlik sağlamaya çalışırken, Türk ulus devleti hem laik yapısı ile hem de güçlendirilmiş ulusal tabanı ile harekete geçerek, her türlü çok kültürcü ya da kozmopolit siyasal girişimlere karşı üniter ve ulusal yapılanması ile karşı duruyordu. Laik devlet ile dengelenen Türk Müslümanlığı her türlü alt kimliğin geride bırakılacağı bir entegrasyon planı olarak devreye sokulurken, çağdaş bir cumhuriyetin çatısı altında bütün vatandaşlar laiklik düzeninde eşit yurttaşlar olarak benimseniyorlardı. Fransız filozoflarının ortaya koyduğu ulus devlet modelini Türkiye kabul ederken Ernest Renan’ın ulus tanımını ve uluslaşma modelini kabul ederek din esaslı devletlere karşı direnme yoluna gidiyordu. Renan’ın tanımına göre, dil, din, ırk, kültür, vatan, ahlak, ortak yaşam ve ekonomi gibi unsurların bir araya geldiği bir vatandaşlar topluluğunun ulus olarak benimsenmesi Türk modelinin ilk esasıdır. İkinci esası ise, Atatürk’ün dile getirdiği gibi “Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” prensibidir . Türkiye’nin geliştirdiği Türklük olgusu, geleneksel klasik Fransız anlayışına dayanan milliyet anlayışı ile Türkiye Cumhuriyetine dayanan yurttaşlık anlayışının bir arada ele alınmasıyla oluşturulan karma bir ulus devlet yapılanmasıdır. Burada Türk milliyeti ile Türk yurttaşlığı birlikte uygulamaya sokulurken, Türklük olgusunun cumhuriyetçi bir çizgide birlikte ele alınmasıyla oluşturulan karma sentezci yaklaşım, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temelini ortaya koymaktadır. ”Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık bağı ile Türk olarak kabul edilir” biçimindeki bir madde Türk anayasasında bir dönem yer almış ve Kemalist devlet modelinin anayasaya yansıması olarak geçerlilik kazanmıştır. Çok uluslu Müslüman millet sentezi olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti modeli, hem devlet millet kaynaşmasına hem de devlet ile milletin ayrı ayrı statülerde olmasına dayanmaktadır. Bu doğrultuda Türk-İslam sentezi gibi yaklaşımların emperyalist ülkeler tarafından kullanılarak, Türkiye’nin hem Türk dünyasına hem de Müslüman dünyaya karşı emperyal çizgide kullanılması gibi bazı senaryoların zaman zaman ortaya çıkması nedeniyle , Türk devleti gene emperyalist çekişmelerin tam ortalarına doğru sürüklenmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında bütün Müslümanları vatandaş olarak benimsemiştir. Gayrimüslim toplulukları azınlık olarak görerek onlara azınlık hakkı tanımıştır. Ne var ki, cumhuriyetin çağdaş bir yapılanmaya laiklik ilkesini benimseyerek yönelmesi aşamasında, Museviler azınlık haklarından vazgeçerek çağdaş cumhuriyetin eşit vatandaşları olarak, bütün hak ve özgürlükleri kullanmak istemişlerdir. Türklük temelinde bir araya gelemeyen Türkiye vatandaşlarına Müslümanlık bir birlik modeli olarak öneriliyor ya da alt kimlikli yurttaşların Türkçe öğrenmeleriyle de Türklük olgusu hayata geçiriliyordu. Türkiye’nin komşusu olan Arap ülkeleriyle yüzyıllarca imparatorluk çatısı altında birlikte yaşamaları, Misakı Milli sınırları içinde Türk asıllı olmayan Müslümanlar ile Türk asıllı Müslümanların birlikte ve eşit koşullarda yaşayabilmelerinin Türk devlet modeli çatısı altında mümkün olabildiği öne çıkmıştır. İslamiyet Müslüman toplulukların Türkler ile bütünleşmesini sağlarken, diğer dinlere mensup olanlar bu durumun dışında kalarak hak ve özgürlüklerini kullanamaz bir noktaya geliyorlardı. Bu gibi gayrimüslim Türk vatandaşları için de Kemalist devlet “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyerek gayrimüslimlerin Türkleşmelerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Müslümanlar İslam üzerinden Türkiye ile bütünleştirilirken , gayrimüslimlerin de Türkçe üzerinden Türkleştirilmeleri sağlanarak, homojen bir uyumluluk düzeni Türk devletinin çatısı altında uygulanmaya çalışılıyordu. Trakya bölgesinde bu doğrultuda yapılan çalışmaların bir kısmı ters tepince, Kemalist yönetim gereken önlemleri alarak, gene toplumsal taban üzerinde kaynaştırıcı ve bütünleştirici girişimlerde bulunuyordu Diğer ulus devletler gibi Türk devleti de toplumsal tabanını ulusal entegrasyon programları ile bütünleştirmeye çabalarken, Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalist politikalar doğrultusunda, Türkiye asimilasyoncu olarak gösterilmekten kurtulamıyordu. Entegrasyon kavramını görmek istemeyenler asimilasyon kavramıyla uluslaşmayı durdurmaya çalışıyorlardı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet öncülüğünde Türkiye toplumunun hızla uluslaştırılabilmesi için çeşitli ulusçuluk projeleri hazırlanarak toplum içinde uygulanmalarına çalışılıyordu.
Bu çizgide hareket eden bir Kemalist aydın Türkiye halkının Türkleşmesi doğrultusunda on ilke öneriyordu:
1- Türkçe konuşulmalı,
2-Türkçe dua edilmeli,
3- Çocuklara Türkçe isim konulmalı,
4- Çocuklar Türk okullarına gönderilmeli,
5- Türklerle aynı ortamlarda yaşamalı,
6- Okullarda Türkçe eğitim yapılmalı,
7- Türk toplumuyla bütünleşilmeli,
8- Vatandaşlık hakları kullanılmalı,
9 – Ekonomide görev üstlenmeli,
10- Azınlık zihniyeti terk edilmeli,
11- Eğitimde sadece Türkçe kullanılmalı…
Bu on ilke doğrultusunda hem yerleşik Türklerin hem de eski imparatorluk ülkelerinden gelen göçmenlerin hızla cumhuriyetçi bir çizgide, Türk olabilmelerini sağlama doğrultusunda seferberliklere kalkışılması gerekiyordu. Zamanla Türkçe öğrenemeyen ya da Müslüman tabana karşı çıkan bazı gayrimüslim grupların çeşitli tepkileri ile karşılaşılmış ama savaşlar sonrası dönemde, zamanla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, Türkiye anayasasında güvence altına alınan cumhuriyetin temel ilkeleri hedefinde, düzenli ve güvenli devlet politikaları uygulama alanına getirilince, Türk toplumunun yüzde doksanı bir ortak rıza oluşumu içinde devlet ile uyum içinde yaşamaya ve çalışmalara yönelmişlerdir. Türk devletinin yaptığı bilinçli programlar aracılığı ile Türk toplumunun daha üst düzeyde uluslaşmasının gerçekleştirilmesi aşamalarında, asimilasyon suçlamalarıyla entegrasyon stratejilerinin önlerinin kesilmesi, Türk ulus devletinin geleceği açısından dikkatle izlenmesi gereken durumlardır. Bu doğrultuda ulus devletler arasında sürüp giden ulusal rekabet çekişmelerinin belirli bir ölçüde uluslaşma süreçlerine zarar verdikleri ,bütün dünya ülkelerinde görülmekte olan bir durumdur. Türk ulus devleti Atatürk ve arkadaşları tarafından sağlam temeller üzerine kurulduğu için gelecekte bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti emin adımlarla yoluna devam edebilecektir.
Kemalist dönem geride kalmıştır ama henüz Türkiye Cumhuriyeti anayasası yürürlüktedir. Atatürk’ten gelen temel ilkeler ve onun ortaya koyduğu devlet modeli, günümüzde Atatürk karşıtı çevreler tarafından paradigmanın iflası gibi uydurma senaryolarla devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Küresel emperyalizmin yeni dünya düzeni politikalarında ulus devlet düşmanlığı öne geçerken, Türklerin ulus devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti hem kapitalist hem de komünist bakış açıları ile küçümsenerek, yıkılmaya çalışılmakta ve bu gibi haksız ve yersiz saldırılara da paradigma gibi ne olduğu belli olmayan bazı yeni kavramlar öne çıkarılarak ve insanlarda akıl ve fikir kargaşası yaratılarak sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Sovyetler Birliğinin çökertilişi gibi Kemalist devlet modelini de benzer bir biçimde devre dışı bırakmaya hevesli saldırgan ve yıkıcı unsurların, emperyalist ve Siyonist devlet modellerini Türkiye üzerinde geçerli kılmak üzere Atatürk’ün devlet modelini dünya haritası üzerinden silmek üzere, küresel kapitalizmin finanse ettiği uydurma paradigma senaryoları ile Türkiye Cumhuriyetini karşı karşıya getirmektedirler.
Unutulmasın ki, Türk devletinin kuruluşunun arkasında on bin yıllık tarihi birikim ile, yüz elli yıllık Türkçülük birikimi vardır. Bu durumu iyi anlayabilmek için Türk tarih tezi ile birlikte, Türkçülüğün tarihinde birbiri ardı sıra ortaya çıkan gelişmeleri bir bütünlük içerisinde incelemek gerekmektedir. Anadolu yarımadası üzerindeki Türkiye’yi, Türkçülük hareketi ile birlikte Türk ulusunun kurduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekmektedir. Atatürk bütün bu birikimi Türkiye’ye kazandıran bir kurucu önder olarak, günümüzde gene Türklere yol göstermeye devam etmektedir. Bu yüzden Türkler, Türkçüler ve Atatürkçüler gelecekte birlikte mücadele edecektir.