Türkiye, İmamoğlu ile Cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönebilir mi?
Atatürk’ten sonra İmamoğlu’na gelene kadar Türkiye’de köprünün altından çok sular geçti. Atatürk, cumhuriyeti kurduğu günden itibaren hukukta, eğitimde, sağlıkta, ekonomik sosyal ve kültürel hayatta, yurttaşın can ve mal güvenliği ile ülkenin güvenliğinde yükselişe geçen eğilim, Atatürk’ün ölümünden sonra yavaş yavaş inişe geçti, AKP döneminde de ihanetin sınırlarını zorlayacak ölçüde dip yaptı. Öyle ki artık Türkiye’de ‘iyi’ olarak gösterilebilecek hiçbir şey kalmadı.
Atatürk’ü ve ‘en büyük eserim’ dediği Türkiye Cumhuriyetini, bütün dünyanın gözünde önemli kılan şey; Atatürk’ün söyleminde, Türkiye Cumhuriyetinin de varlık gerekçesinde haklı, meşru ve samimi olmalarıdır. Oysa memleketi bu zebun hale getiren, bu güne kadarki hiçbir lider veya iktidarda, cumhuriyetimizin ve ulu önderimizin mayasında bulunan bu üç öğeden hiçbirisi yoktu. Onun için ülkemiz, milletimizle birlikte bu uçurumun kenarına kadar sürüklenmiş bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin iki maddi unsuru vardır: Bunlardan biri kendimize yurt edindiğimiz bu topraklar üzerindeki vatandır, diğeri de 23 Haziran İstanbul seçimindeki gibi günü geldiğinde hangi tepkiyi nasıl vereceğini en iyi bilen iradenin gerçek sahibi olan millettir. Bu her iki mefhum da kendisini bunlara ait hisseden bütün insanların hayatında kalıcıdır. Üçüncü bir değer var ki; o da Türkiye Cumhuriyetini bu vatanın sınırları dâhilinde, bu millet için kuran yüce Atatürk’tür. O da bu milleti oluşturan toplumun hayatında sonsuza kadar kalıcıdır.
Aslında bu ülkede kimsenin yeni bir Atatürk beklemeye veya yeni bir vatan, yeni bir millet yaratmaya ihtiyacı yoktur. Atatürk geldi, vatanı düşman işgalinden kurtardı, binlerce yıldır bu vatan üzerinde kader birliği yapmış ancak her yönüyle tarih sahnesinden silinmeye çalışılan tüm insanlarımızı güçlü bir millet kimliğine kavuşturdu. O ölmedi, sadece fiziken aramızda değildir. Onun duygularını ve düşüncelerini hissederek, anlayarak yaşayan bu milletin ekseriyeti zaten onu kalbinde yaşatıyor ve yaşattıkça da dünyada saygı görüyoruz. Ama birileri onu dışlamaya ve bize de unutturmaya çalıştığında, işte bugün olduğu gibi hep birlikte dünyaya rezil oluyoruz.
İnanın bu ülkenin insanlarının dini, ırkı, cinsiyeti, yaşı ne olursa olsun bir tek beklentisi var, o da evrensel demokrasidir. Refah düzeyi yüksek, barışın, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün sağlandığı demokratik yaşam biçiminin topluma yerleşmesi arzusudur.
İşte Ekrem İmamoğlu, bu beklentinin Türkiye’de zirveye çıktığı bir dönemde tarih sahnesine çıktı. Çıkarken de önyargılardan arî, ayrıştırıcı olmayan, herkesi olduğu gibi kabul ederek kucaklayan birleştirici bir dil kullandı ısrarla. Bugüne kadar bu dili kullanan olmadı mı diyeceksiniz! Elbette oldu. Ancak onlarla İmamoğlu arasındaki fark; onların dilindeki ile gönlündekinin aynı şeyler olmamasıydı.
Onlar hakkı sadece kendi menfaatlerinden ibaret bildikten sonra, onlar yasaları delerek ve en başta ahlak olmak üzere toplumsal değerlere saygı duymadıktan sonra, onlar sabah uyandıklarında akşam söylediklerinin tam tersini söyleyecek kadar samimiyetten uzak olduktan sonra doğruyu söyleseler ne fayda! İnsan; söylediklerinin değil, yaptıklarının kendisidir.
Oysa Ekrem İmamoğlu, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi kalbinden diline yansıyan söylemlerinde ve eylemlerinde; İstanbulluların emanet ettiği haklarının yılmaz savunucusu olduğunu ispatlamıştır. İktidar yanlısı meclis çoğunluğu tarafından konan engellere rağmen, on sekiz gündeki icraatlarıyla yasaları salt İstanbulluların yararına kullanmanın yollarını arayıp bulabilmiştir. Bütün bunları inanarak söylediğine de halkla arasındaki tüm duvarları kaldırarak, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, varlığını, İstanbulluların umut bağladıkları bir geleceğe adadığını açık yüreklilikle göstermiştir.
Özetle denebilir ki; tam yüz yıl önce, yine bu günlerde Amasya Tamiminde vücut bulan söylemiyle o günün sarayı tarafından milletin geleceği tehlikeye atılmış, buna karşılık Atatürk’ün önderliğinde haklı olarak, meşru zeminde ve samimiyetle verilen büyük mücadelelerle millet kurtuluşa erdirilmişti. Bugün de Ekrem İmamoğlu’nun estirdiği umut dolu bu rüzgârla, aynı haklılık temelinde, aynı meşruiyet çerçevesinde ve aynı samimiyetle, bugünün saraylısı tarafından karanlık bir belirsizliğe sürüklenmiş bulunan Türk milletini, yeniden demokrasi ile buluşturabilmenin yolu açılmıştır. Milletin azmi ve kararı, bunun mümkün olduğunu 23 Haziran’daki İstanbul seçiminde fevkalade bir biçimde gözler önüne sermiştir.
İstanbul seçimiyle birlikte Türkiye’nin siyasi rotası içeride geri dönülemeyecek şekilde demokrasiye evirildiği gibi, dışarıda Ortadoğu bataklığına kayan ekseni de umarız yeniden çağdaş uygarlık yoluna döner.