‘Yetmez Ama Evetçi’lerin Türk tarımına ettikleri
Türk tarımı, bildik rotasında kah sendeleyerek, kah düşe kalka, kah durup dinlenerek ama her halükarda azimle, kararlılıkla yoluna devam ediyordu. Tarım ürünlerinde bırakın ithalat yapmayı, bir tarım ürününü ithal etmek kimsenin aklına gelmediği gibi konuşmak dahi ayıp sayılırdı.
Turgut Özal başbakan olduktan sonra globalleşme, küreselleşme, ekonomik istikrar, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme, devletin küçültülmesi, hızlı karar alma, telekomünikasyon gibi kavramlar dilinden düşmedi muhteremin.
Halkın tüm dikkatini bu kavramlar üzerine çekmeyi başarmak için ayrıca arkasına batının kiraladığı kalemşorlar korosunu da almıştı Özal. Bu koro ile birlikte, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üye olabilmesi ve vaat ettikleri bu küresel cennete girebilmesi için mutlaka bir an önce demokrasiye geçmesi gerektiğini şakıyorlardı. Sanki batıdaki ulus devletler kadar benliğine kavuşmuş bir ulus devlet olan Türkiye’de demokrasi tümden yokmuşçasına!
DEMOKRASİYE GEÇİŞE ENGEL
Demokrasiye geçiş dedikleri şey ne idi peki? Yeni bir sivil anayasa (sivil anayasa, dünyada karşılığı olmayan illüzyonist bir söylemdi oysa), bölücü ve şeriatçı partilerin kuruluş ve faaliyetlerinin serbest bırakılması (insan hakları ve düşünce özgürlüğünden anladıkları buydu), Türkiye’de federasyonun tartışılır hale getirilmesi, Türkiye’nin köylülükten kurtarılması vs.
Mesut Yılmaz’a “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” dahi dedirttiler. Ama onların kastettiği demokrasiye geçmeyi engelleyen bazı kurumlar vardı: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Silahlı Kuvvetleri, Yargı, Üniversiteler, devletine bağlı bürokrasi. Başkaları da vardı ama en önemlileri bunlardı. Bu kurumların, onların yolunu tıkamayacakları niteliğe sokulması gerekiyordu.
Türkiye’yi kastettikleri demokrasiye geçirmek üzere 2002’de AKP’yi iktidara getirdiler. Tam istedikleri gibi oldu; adını söylediğimiz kurumları terörize ederek, bu kurumlarda devletine ve milletine hizmet etmeyi görev bilen tüm yurtsever kadroları alıp, yerlerine, kendilerine biat edecek olanları atadılar. Bunun adını da “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” koydular.
KİT’LER YOK PAHASINA SATILDI
Bu sürecin propagandistleri ve şakşakçıları ise Özal’la birlikte ortalığa dökülen ABD, AB, IMF, Dünya Bankası konsensüsü destekli liboşlardı. Bunlar, 12 Eylül 2010 referandumunda, Fetullah Gülen’in mezarlarından kaldırttığı ölü canlarla kol kola sandığa gidip, “Yetmez Ama Evet” diyenlerdi. Bu John Locke’un müridi diyebileceğimiz muhteremler, neoliberalizm adına içeride ve dışarıda Türkiye üzerinde işgalci ve sömürgeci emelleri olanların hazlarını, tercihlerini, beklentilerini ve bekasını halkımızınkinin önüne koyanlardı.
Bunlar, iktidarın desteğinde ülkeyi yıkıma götürecek olan herkesin işini kolaylaştıracak toplumsal iklimi oluşturdu. Ekonomi, serbest piyasa aldatmasıyla rayından çıkarılıp plansız, programsız ve belirsizlik içinde savrulmaya terk edildi. Türkiye’yi bir dönem dünyanın 15. büyük ekonomisi yapan tüm iktisadi teşekküller, özelleştirme adı altında haraç mezat satıldı. Türk insanı dünyanın en ucuz iş gücü mezadına çevrildi. Devleti küçültüyoruz teranesiyle devletin tüm kurumları işlevsiz hale getirildi.
Ülkenin sağlık, eğitim, adalet, güvenlik ve tarım başta olmak üzere her bakımdan istikrarlı bir şekilde gelişmesini sağlayan kamu harcamaları, sübvansiyonlardan alınıp, halkın hiç ihtiyaç duymadığı, yararlanmadığı mega hava alanı, köprü, otoyol ve ihtişamlı saraylara kanalize edildi. Bir ülkenin sağlık, eğitim, adalet, güvenlik ve tarım sistemlerinde liberalleşmeye gidilir mi Allah aşkına!
PLANLI EKONOMİDEN VAZGEÇİLDİ
Dünyada 1929 büyük buhranıyla birlikte bütün iddiaları çürümüş, iflas etmiş bir iktisadi kuram olan liberalizm, ikinci dünya savaşından sonra dünyada yeniden gündeme getirilmiş olsa da bizde, AKP iktidarının eliyle en vahşi biçimiyle uygulamaya kondu. Devletin baskısı ile yoksullaştırılan geniş halk yığınları ve palazlandırılan yandaş gruplar arasındaki gelir dağılımı ile servet birikiminde, akıl almaz bir eşitsizlik yaratıldı. Ülkenin hukuki, sosyal ve kültürel alandaki tükenmişliği görmezden gelindi. Salt yandaşlar, daha az bir sermaye veya hiç sermayesiz, daha fazla kar elde etmek için birbirleriyle yarıştırıldı. Yer altı ve yerüstü kaynaklarımızın, çevresel dengelerin altüst olması pahasına, kendilerini iktidara getirmiş dünya liberal konsensüsüne terk edilmesi ise işin cabası!
Atatürk Cumhuriyetinin devletçiliğe ve halkçılığa dayalı planlı ekonomisini tu kaka eden bu ‘yetmez ama evetçi’ taifesi, Keynes ve Friedman’ın kadavraya dönmüş kuramı olan; “Her türlü dümeni çevireceksin, ondan sonra da ekonomi kendiliğinden dengeye oturacak” hikâyesiyle, halkımızı afyonlayabildiler. Bunu, kendilerine ayrılan gazete köşeleri, yazdırılan kitaplar ve özellikle de tahsis edilen televizyon programları aracılığı ile yaptılar.
TÜRKİYE DİRENİYOR
En büyük kötülüğü ise tarıma yaptılar: ‘Köylü olmak cehaletle eşdeğerdir, bu köylü kesimi ile Avrupa Birliği’ne girilmez’ deyip köylüyü aşağıladılar. Amerika’daki 50 bin dönümlük bir bağ plantasyonunu, 500 bin başlık bir hayvancılık işletmesini bizim köylülerimizin iki inek, iki dönüm arazi işletmeciliği ile kıyaslayarak, ‘böyle çiftçilik olmaz’ dediler. Bunları, hükümetin liberal politikaları haline getirdiler. Kendileri sırça köşklerinde kendilerine bahşedilen devranı sürerken, köylümüzün, küçük çiftçimizin, yasal hakkı olan tarımsal desteklerden dahi mahrum kalmasına sebep oldular. Ülkemizin miras hukukunu, arazilerin yapısını ve çiftçimizin gücünü bildikleri halde böyle söylüyorlardı. Oysa köylümüz, çiftçimiz, hayvan yetiştiricimiz kendi çapında desteklendiğinde, birçok yönden sübvanse edildiğinde, Anadolu’nun ve Trakya’nın nasıl da bir cennet bahçesine, bir gıda ambarına dönüşeceğini onlar da biliyordu aslında!
Tüm bu yapılanların ülkemizi ve tarımımızı kötüye götürdüğü konusunda elbet biz ziraatçılar da endişe duyuyoruz. Ulus devletler, ülkelerinin tarumar edilmesine kayıtsız kalamazlar. Türkiye de bir ulus devlet olarak kurulduğundan, o da kayıtsız kalmayıp direniyor. Ancak dışarıdan neoliberal güçler, içeriden de onların kolonyal kalemşorları olan ‘yetmez ama evetçiler’, AKP iktidarı ile birlikte dayattıkları ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarla, Türkiye’nin ulus yapısını bozmaya çalışmaktadırlar. Çünkü ulusal yapısı bozulan bir devlet, kolay parçalanır ve sömürülür.
Bizi rahatsız eden şey, bu tarihi ve güçlü müktesebatına rağmen göz göre göre ülkemizin parçalanma eşiğine getirilmiş olmasıdır. Buna seyirci kalmayacağız.