Merkez mi, çevre mi?

28.04.2020
A+
A-

Immanuel Maurice Wallerstein, 1974 yılında yayınladığı “Modern Dünya-Sistem” adlı kitabında, küresel sistemin, dünya ülkelerini merkez ve çevre ülkeler olarak konumlandırdığını yazar. Bunların arasında ise merkeze göre çevre, çevreye göre merkez olan yarı çevre ülkelerinin yer aldığını söyler. Doğu Avrupa, Çin ve Brezilya’nın bu bölgede olacağını öngörür.

Ülkemiz, yarı çevre kategorisinde yer alır.

Çevre ülkeler, merkez ülkelerin ucuz hammadde, tarımsal ürünler ve ucuz işgücü temin aracıdır. Merkez ülkeler ise çevre ülkelerden sağladıkları bu kaynaklar ile pahalı ve yüksek düzeyli teknoloji üretip, çevre ülkelere satarlar. Yarı çevre ülkeler ise bu döngüdeki aşağı yukarı bağlantıları sağlarlar. Yapacakları ve atacakları adımlar ile hem merkez ülke olmaya, hem de çevre ülke kategorisine düşmeye adaydır.

Bana göre Çin bir üst kategoriye çoktan geçti.

Brezilya ve Türkiye gibi yarı çevre ülkeler için ise durum tam bir tahterevalli gibi görünüyor.

Bazı özellikleri açısından benzer olmasına rağmen, koşulları farklı olan bu iki ülkenin kaynakları büyük iştah kabartan cinstendir. Bu ülkelerin bir üst kategoriye çıkması üsttekilerin işine gelmeyecektir. Aynı şekilde aşağıya düşmesi de onlar açısından doğru değildir. Çünkü çevre ülkeler arasında konjonktürel bir avantaj edebilirler ve sistemi rahatsız edebilirler. Hele ki; Türkiye gibi jeopolitik üst düzey değeri olan bir ülke için bunun göze alınması onlar açısından akılcı durmuyor. İşte bu nedenle küresel yapı, bu tahterevalliyi kontrolden çıkarmak istemez ve istememektedir.

Peki, bu durum hiç mi değişmezdir?

Elbette ki değişmez değildir.

En azından Çin, Wallerstein’in sınıflandırmasına göre sınıf atlamayı başarmıştır.

Benim analizime göre ise Çin bunu, kapitalizmin krizlerinden yararlanarak yapmıştır.

Çünkü krizler, kaoslara yol açar ve yeni fırsatlar yaratır.

Yani, küresel yapı açısından ölümcül olan, kaos değil, kaos’un yönetilebilir olmamasıdır.

Son yılların en riskli, en tehdit edici, en kontrolsüz, en sigortalanamaz riski ve kaosu ile karşı karşıya kalan küresel yapı, yakın gelecekte, bazı ülkelerin, sınıf atlaması, bazılarının ise sınıf düşmesi durumunu yaşayabilir.  Çünkü son birkaç ay, kaosun yönetilebilirliği konusunda ciddi sıkıntılar olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, kriz sonrası ne olacağı sorusu henüz askıda duruyor.

Buradan iki bakış açısı geliştirilebilir: İlki, yarı çevre ülkelerin kendi kaynaklarının kontrolünü kendi eline alması, diğeri ise merkez ülkelerin sadece finansman ve ileri teknoloji ağırlıklı kaynaklarının kullanım değerinin düşüş göstermeye aday olmasıdır. Yani para olsa bile, bu paranın yatırıma dönüşme imkânlarının daralması ya da ileri teknoloji ürünlerinin tüketimine olan talebin azalması nedeniyle, satış değerlerinin düşmesi, yüksek kârlılık portföylerinin sakata gelmesidir.

Bu genel çerçeveden bakıldığında dünyanın, yeni ekonomik, siyasal ve toplumsal yapılanmalara gebe olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının uzamaması için işin siyasal tarafına girmeyeceğim. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum: Eğer dünyayı, siyasal sistemler açısından demokratik ülkeler, yarı bağımlı-yarı demokratik ülkeler ve otokratik-kırık demokratik ülkeler diye tanımlarsak ve kategoriler üzerinden herkesin kendi benzeştiği ile yol almaya çalışacağını varsayarsak, bu, başka bir felaketin ve krizin davetiyesi olur. Çünkü bu şekilde bütünleşmiş merkez ülkelerin, yarı çevre ve çevre ülkeleri büsbütün ham yapması kaçınılmaz olur. Bu ise dünyanın iki ya da üç eksenli bir paylaşım sahasına dönmesi demek olur ki, zenginlikler bir yana, baskı ve esaretler başka bir yana bir durum doğar. Çapraz işbirlikleri ya da heterojenlik üzerine işbirliği ortamları doğarsa, karşılıklı etkileşimlerin daha umutvar olması beklenebilir. Bu noktada ise merkez Avrupa’nın sorumluluğunun ve rolünün çok büyük olacağını düşünüyorum.

Türkiye’nin bütün bu genel çerçeve içinde en şanslı olduğu alanlarından birinin, kısa vadede tarım ve doğal ekolojisi olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Elbette ki diğer sektörleri dışlamıyorum. Ancak en yakın ve en kısa sürede avantaja dönüşecek; diğer alanları harekete geçirecek; sosyal adalet ve sosyal eşitlikçi bir anlayış ile demokratik yapıları yeniden rasyonelleştirecek bir alandır tarım alanı.

Yine de tekraren, tek alandır demiyorum.

Otuzlu yılların sonlarında ve kırklı yıllarda dayatılan Amerikan raporlarındaki sanayiye alternatif bir alan olarak da düşünmüyorum.

Ancak güncel konjonktürün en geçerli birkaç alanından biridir ve biri olacaktır diyorum.

Peki, ne yapacağız?

Evvel emirde hep söylediğim temel sorun olan “zihniyet sorununu” çözeceğiz. Düşünsel dönüşümü sağlayacağız. Tarım ve kırsal alan nüfusunu ekonomiye yük olarak görmeyeceğiz. Tarım sektörünü uluslararası şirketlerin arka bahçesi yapmayacağız. Ne, “gözünüzü toprak doyursun diyeceğiz” ne de, “sizi mi besleyeceğiz?” diyeceğiz. Aksine, toprağa ister maddi, ister manevi değeri üzerinden gereken değeri vereceğiz. Onların, bizleri beslediğini anlayacağız. Onları, küresel ya da iç pazarın acımasız rekabet ortamına bırakmayacağız. Yani, neoliberal ekonomi politikten alıp, sosyal-kamucu veya sosyo-liberal bir düşünce ortamına evrileceğiz. Konuyu, bir güvenlik meselesi olarak algılayıp; pamuklara sarmayı deneyeceğiz. Kendi kaynaklarımız ve kendi avantajlarımız üzerinden kendi modelimizi kurgulayacak bir master plan yapacağız. Sektörü; ne arzın, ne de talebin kırılgan, zayıf elastikiyetine bırakmayacağız. Kendi haline emeklesin, büyüsün, yetişsin demeyeceğiz. Küresellerin, kendi topraklarına, kendi çiftliklerine, kendi çiftçilerine layık görmeyip bize dayattıkları öneri, öngörü ya da protokollere karşı, “karşılılık ilkesi” geliştireceğiz. Ve işte bunlar için ihtiyacımız olan “tampon mekanizmaları” en acil ve hızlı biçimde yapılandıracağız. Sektörün içinden gelen profesyonel ve girişimci-çiftçi, “tarımsal burjuvazimizi” oluşturacağız. Desteği, gücü, rekabetçiliği, girişimciliği bu tampon yapılar üzerinden kuracağız. Yani beyaz yakalı değil, “yeşil yakalı bir burjuva grubunu”; profesyonellerin “limon yeşilinden”, çiftçi-girişimcilerin ise “doğal yeşilinden” yaratacağız.

Bütün bu önerileri çoğaltmam mümkün.

Yıllardır söylüyorum, anlatıyorum, yazıyorum.

Ayrıntılara vs. takılmıyorum.

Hatta sayılara bile gereğinden fazla anlam yüklemiyorum.

Ucundan kıyısından bir medya mensubu olarak, “medyanın sektörü yapılandırmasına” da, buna bilerek veya bilmeyerek vesile olan ücretli aracılara da tam cepheden, pozisyon alarak, gerçek ve gerçeklik farklarını anlatmaya çalışıyorum.

Hatta “muhterem” olarak gördüğüm düşüncelere “muteber” olarak bakmıyorum.

Şimdi diyeceksiniz ki; bütün bunları yapabilir miyiz?

Bu düşüncelere evrilmemiz mümkün olur mu?

Bu dediklerinizi uygulayacak fırsatlar ya da siyasi politikler olur mu?

Bahsettiğiniz güçler ve dünyalar buna olanak sağlar mı?

Ya da, bugüne kadar olmayan şey bugünden sonra olur mu?

Bence olur: Ünlü bir aforizma, yani özgün söylem var: “Eğer bir sorun, o sorunu yaratanları da içine alır ve güçlü bir şekilde onları da tehdit ederse, sizin artık bir şey yapmanıza gerek yoktur. Onlar kendiliğinden sorunu çözeceklerdir. Siz ise çözüm üreten tarafta olursunuz.”

Şimdi dünyanın bütün güçleri ve yönetim erkleri tarım ve gıda diyor.

Ne dersiniz, sorun fark edildi mi?

Aforizma gerçek oluyor mu?

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
YORUMLAR

  1. Necati Gülbahar dedi ki:

    Tarım bitkisel ve hayvansal ürünlerin yani gıdanın üretilmesive pazara sunulmasıdır.Susuz bunlar olamaz.Su ve gıda 8 milyar dünya nufusu için hava kadar önemlidir.Virüs bunu bize öğretti.Onun ıçin acil olarak ülke çıkarlarını esas alan politika ve eylemler derhal uygulamaya konulmalıdır.AB,DTÖ vs hepsi masal.