AGONİ ODASI
Bugün bir kamu hastanesine gittim. Çoğu insanın gittiği yöne doğru yürürken, kendimi hastanenin tuvaletinde buldum ben de. Meğer hastanenin ücretsiz olduğu tek yer tuvaletiymiş. Parası olmayanların çekincesiz gidebildikleri tek yer yani!
Sonra oradaki herkes gibi derdime derman olabilecek odayı bulmak üzere ileriye seğirttim. Üzerinde “Agoni Odası” yazan bir kapının önünden geçerken, durup meraklı gözlerle yarım açık kapıdan başımı içeriye uzattım. Beni durduran kimse olmayınca da içeri girdim, Agoni Odasında nelerin olabileceğini anlamak isteyen bir hevesle.
Üç deniz bir dağ arasında uçsuz bucaksız enginlere taşan bir odaydı. İçeridekiler bana yabancı gelmedi. Kendimi evimde gibi hissettim sanki.
Merakımı ilk celbeden, çulsuz bir ranzada iki kişinin yatmasıydı. Yaklaşıp “Derdiniz ne, niye bu haldesiniz?” diye sordum. “Birimiz çiftçi birimiz çobandık. Milletin asli unsuru, memleketin efendisiydik. ‘Kardeşlerim’ avazıyla bize hizmet edeceğini çığıranlar, efendimiz oldular. Kah zorla kah hileyle bizi biz yapan sabanımızı, değneğimizi elimizden aldılar. Sırbistan’dan et, Suriye’den zeytinyağı alınca, mal bulmuş mağribi olup size ihtiyacımız yok dediler. Bir baktık bu haldeyiz, çaresiziz” dediler.
O an fark ettim ki Oda, baştanbaşa yatak diye hepsi gevşemiş, eğilmiş, bükülmüş, parçaları birbirinden ayrılmış, kopmuş, örtüsüz, yastıksız çıplak ranzalarla dolu, handiyse topyekûn çökecek ufuksuz bir sahra!
Sağım acı solum acı, can çekişen bir gerçeğin ortasındayım. Aynı soruyu sağımdakine sordum, “Ben öğretmendim. Bireyi insanlaştıran fırsat eşitliğine dayalı laik ve bilimsel eğitim veriyordum öğrencilerime. Sınıfıma, öğrencilerimin kafasını takkelerinde getirdikleri kafalarla değiştiren şarlatanları soktular. Beni de kapıya koydular. Örgütlü cahil cesaretinin arşa ulaşan naraları arasında kendimi bu halde buldum” dedi.
Solumdakine sordum, “Ben mavi yakalıydım. Emeğin karşılığı karın tokluğundan daha ucuz hale getirildi. Ürettiğim artı değerle birlikte boğazımdan geçene de el koyanların aksırıkları, tıksırıkları, patlamaları, çatlamaları arasında kendimi bu halde buldum” dedi.
Bir adım ötedeki “Ben hukukçuydum. Parti militanlarıyla tıka basa doldukları yargıyı, herkesi hizaya sokan sopası yaptılar. Adaletin, toza gömüldüğü karanlık dehlizlerde hukuksuzlukla savaşırken kendimi bu halde buldum” dedi.
İki adım ötedeki, “Mete Han’dan gelen, Atatürk tarafından çağa uygun güç ve mükemmeliyete kavuşturulan ordu mensubuydum. İçeride, dışarıda ülkemi, milletimi korumakla, kollamakla görevliydim. Bu yasa ve geleneği tarikatların girdabından kurtarmaya çalışırken ben de kendimi bu halde buldum.”
Odadaki bütün ışıklar söndürülürken, gece adım adım ve sinsice yaklaşıyordu. Odanın içine doğru ilerledikçe ben doktordum, ben mühendistim, ben bakırcıydım, ben bankacıydım, ben bozacıydım, ben fırıncıydım, ben esnaftım, ben muhasebeciydim, ben garsondum, ben berberdim, ben gazeteciydim, ben marangozdum, ben yazardım, ben inşaatçıydım… Ve daha binlerce mesleğin adını zikreden kısılmış sesler yükseliyordu Odanın dört bir yanından. Hepsi de meslek sahibi ve üretici olduklarını, buna rağmen açlığın, adaletsizliğin pençesinde kıvrandıklarını söylüyordu.
Taşıyıcı kolonlarından tutun Odayı Oda yapan her şey çürümüştü. Nerden gelirse gelsin, bir fiskelik darbeye bile dayanacak direnci kalmamıştı Odanın.
Alnında, “En az namussuzlar kadar cesaretli olan namuslu yurttaş” imi bulunan bir doktorla karşılaştım. “Nedir, buranın hali?” dedim. “Buradakilerin hepsi, Odanın hakiki efendisi ve Odanın esenliğe kavuşması için üreten kol, kafa, duygu emekçileriydi. Birlikte mutluydular, güvendeydiler. Nerden çıktıkları belli olmayan birileri sandık oyunlarıyla yönetici olup, kendileri için ele geçirdikleri devletin gücüyle bunların emeğini, duygularını sömürüp düşüncelerine düşman kesilince, Oda bu hale geldi” dedi.
İnsanlık tarihinin en zebun hallerinin yaşandığı Odanın ortasında bir sahne kuruluydu. Sahnenin ortasında yeryüzündeki meşruiyetini yitirmiş yekta göksel bir kibir abidesi dikiliydi. Abide ile birlikte dönenen ve birbirlerine karşıtmış gibi görünen oyuncular, oynadıkları ‘gasp’, ‘ganimet’, ‘yolsuzluk’, ‘beytülmal hokus pokus’, oyunlarını kimi Allah Muhammet aşkına, kimi devlet millet adına, icat ettikleri yasal yollardan gerçek hayata uyarlıyorlardı. Yanı sıra doksan dokuz yanlışı, gizledikleri bir doğrunun içinde hiçbir itirazla karşılaşmadan sunabiliyorlardı. Bütün bunları, “Bizimle birliktesiniz ve yaptığımız her şeyde bize ortaksınız” diyerek, gerilerini döndükleri Odadakilere alkışlatarak yapıyorlardı.
İçimdeki yangından tüten dumanı gören Doktor, “Söyle, dayansın yüreğin” dedi. “Metin olmaya çalışırım da Doktor, söylesene bundan öte hal var mı?” dedim. “Üzgünüm ama var” deyip devam etti. “Açlığın, eşitsizliğin devam etmesi halinde, Odadakilerin, düşünce öncesi evrelerine dönüş yapabilecekleri endişesini taşıyoruz; birbirlerinin etini yedikleri, kanını içtikleri dönemlere yani!” dedi. “İyi de Odadakiler, geçmişinde dünyayı aydınlatan bilginin, onurlandıran vicdanın çağlayan pınarları değil miydi; düşünce öncesi evrelerine nasıl dönebilirler?” dediğimde ise “Bak, Odanın her yanında Odalıların arasına tohum gibi serpilmiş ve hemen semizlenip bire on, bire yirmi döl veren özgüveni yüksek varlıkları görüyor musun? Hepsi, şu sahneye konan oyunun senaristlerince yalandan bir bahaneyle yabandan Odaya sokuldu ve hepsi de düşünce öncesinin doğasındalar. (Sahiden baktım, bana yabancı gelen bir sürü varlık fark ettim birden. Kendimi tümüyle evimdeymişim gibi hissetmem konusunda yanılmışım meğer.) İşte, endişemiz, bu varlıkların, senaristlerin planladıkları gün geldiğinde Odalılara karşı vampirleşmeleri, yamyamlaşmaları, istiladan da beter bir yöntemle Odada hâkimiyet kurmalarıdır. Kim bilir; belki de senaristlerin nihai hedefi, Odayı bu yabanilerin getirildikleri yerlere benzetmek istemeleridir” diye karşılık verdi bana.
“Peki, Odanın ve Odadakilerin kurtuluşuyla ilgili hiç mi bir ümit yok Doktor?” dedim. Biraz düşündü, gözlerine bir parlaklık, yüzüne bir canlılık geldi. “Savaşlarda atların dışkısındaki arpa tanelerini, ağaçların yetişebildikleri yerlerindeki kabukları yiyerek açlıklarını bastırmış, dört yüz yıl boyunca kapitülasyonların cenderesinde sıkışmış ve bu şartlar altında dahi zincirlerini kırarak büyük zaferler elde etmişlerin soyundan gelen Odadakilerin, onları içeriden bitirmek isteyen virüslerin mefkûresine kendilerini kurban edeceklerine ihtimal vermiyorum tabi ki. İradelerini ve morallerini güçlü tutarlarsa bu onulmaz hallerinden kurtulabilir, Odada her şey, hem de ideal düzeyde normale dönebilir” dedi Doktor.
Hep teyakkuzda olmak kaydıyla rahat bir nefes aldım.
***
Öğrettikleri her harfle bizi daha da insan kılan öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun.
- Önder Gümüş/24 Kasım 2023