Artık köyden tarhana gelmeyecek

01.12.2021
A+
A-

Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda on üç milyonluk ülke nüfusunun yüzde doksanı köylü idi. Ondan bir buçuk asır önce dünyada gerçekleşen sanayi devriminden zerre kadar nasiplenmeyen Osmanlıda tüketilen her şey ithal edilmekteydi. Gıda ürünleri hariç.

Zira o güne kadar ilkel koşullarda da olsa Osmanlıda sadece tarımsal üretim vardı. Gerçi tarım ürünleri bedava denecek fiyatlarla derebeylerin güdümündeki yerel tüccarlar tarafından köylünün elinden alınıp sarayla işbirliği içindeki Avrupalı tüccarlara teslim edilir, bunun adına da ihracat denirdi ya! Bir de beylik ve imparatorluk tarihi boyunca yaşanan tüm savaşların maliyeti, yoksul Anadolu köylüsünden tahsil edilmekteydi.

Her şeye rağmen Anadolu köylüsü; şalvarı şaltak, eyeri kaltak, ekende biçende değil yiyende ortak saltanatın öşüründen ve derebeylerin gaspından geriye kalan hububatı öğüterek, bakliyatı kaynatarak, sebzeyle meyveyi güneşte kurutarak, sütü peynir, eti kavurma yaparak beslenme açısından zemheriyi yaza çevirir, hayatını idame ederdi.

Atatürk’ün Türkiye’si, düşman istilasından kurtardığı doğu Trakya ile Anadolu’yu modern bir tarım ve tarıma dayalı sanayi ülkesi yapmanın yanında içerideki düzenli göç ve dışarıdan mübadeleyle getirdiği nüfus iskanıyla, bilinçli ve modern bir kentleşmenin yolunu da açtı.

Kentlerde işçi, memur ve esnaf olarak yaşamını sürdüren hemen herkesin köyleriyle olan bağlantısı başından itibaren güçlü şekilde devam etmekteydi. Kentte ev ve araba sahibi olabilecek, çocuklarının eğitimini yaptırabilecek hatta aldığı ücretle tasarruf yapabilecek bir alım gücüne sahipti. Muhannete muhtaç olmadan başını yastığına koyabiliyordu.

Ancak uzun denebilecek bir süredir Türkiye bir sosyal hukuk devleti olmaktan çıktı. Devletçi ekonomik modelden saptı. Serbest piyasa ekonomisini doğru dürüst yaşamadan küresel neoliberal düzenin bir deneme tahtası oluverdi. Yurttaşlar derin yoksulluğa sokularak işsiz ve ekmeğe muhtaç bırakıldı. Bütünşehir belediye yasası gibi düşman kanunlarla tarımın bitiş düdüğünün çalınmasıyla birlikte on yıl öncesine kadar yüzde yirmi sekiz olan kırsaldaki ülke nüfusunun on yıl içinde yüzde sekize düşmesi sonucu Türkiye’de ne köy kaldı ne de köylü.

Kentler de aynı nedenle nitelikli işçi, memur, esnaf, emekli ve hepsi birbirinden aydın yurttaşların esenlik içinde yaşadığı mekanlar olmaktan çıktı; iktidarın beslemesi görgüsüz müteahhitlerin gökdelenlerle oynadıkları cirit alanına ve oy karşılığında sosyal yardımlara muhtaç edilen miskin kalabalıkların uyku laboratuarına dönüştü.

Çünkü bir kanadı dincilikten bir kanadı da saray milliyetçiliğinden müteşekkil sömürgecilerin elindeki bir makas olan bugünkü iktidar, kent ile köy arasındaki bu bağı bir açılış seremonisinin kurdelesini keser gibi kesip attı. Artık eskisi kadar köyde yaşayan kimse kalmadığı gibi kalanlar da şehirde yaşayan çocuklarına tarhana, bulgur, kavurma, salça, turşu, peynir, çökelek, kuru fasulye, nohut, mercimek ve benzeri kışlık erzak gönderemeyecek. Kentte yaşayanlar da hakeza; varsa köyde bir yakını onun sağlık sorunlarıyla ilgilenemeyecek, ona tencere tava, kılık kıyafet her neyse ihtiyacı, artık onu alamayacak. Bu denge, toplumumuzu ekonominin krize girdiği dönemlerden çıkaran, sosyal patlamalardan koruyan hayati bir dayanışma kültürüydü. Ama bu kültür artık yok.

Anadolu’daki yaşam biçiminden bir de tarhana kültürü doğmuştu. Tarhana deyip geçmeyin; olmasa da olur ejder meyvesi gibi dünyanın öbür ucundan gelmez, o, bu bereketli toprakların kendi insanına bahşettiği en büyük armağandır. Ama bu armağanı insanımıza fazla görenler, bu kültürün köküne kibrit suyu döktü. Zira bu topraklarda tarhanaya malzeme yapılacak bitkisel ve hayvansal ürünlerin tarımı, bu ülkeyi yönetenler tarafından bilerek ve isteyerek imkansız kılınmıştır.

Fakat bu bağın kopmasından herkes aynı ölçüde etkilenmiyor bu ülkede: Olabildiğince emeğiyle ve onuruyla hayata tutunanlar varken ne yazık ki bağlı olduğu oluşumlara biat ettiği müddetçe iaşesi karşılananlar da var. Devletin sosyal ve hukuk alanında bıraktığı boşlukları özellikle tarikatlar, cemaatler ve saray türedisi vakıflar doldurmuş. Daha çok dini bayramlar arifesinde gözünüzü açıp çevrenize baktığınızda, yardımlaşma ve dayanışma görüntüsü altında erzak paketlerinin bu oluşumlar adına hızlandırılmış İstanbul trafiği gibi bu ağlardan iktidarın oy deposu olan adreslere intikalini görürsünüz.

Sadece bunlar mı? Kendine yerli ve milli diyen aklın enflasyonu yükselterek, paranın değerini düşürerek,  nüfusun yarısından fazlasını aç bırakarak, üretim yapmayarak ekonomik buhrana soktuğu Türkiye’nin, on yıldır on milyonluk yabancı güruhu kendi evinde beslemesine ne demeli? Kendi imkanlarıyla ve ne zorluklarla üretimde bulunan yurttaşlar ürettiklerini yiyemezken, içeriden ve dışarıdan onların sofrasına davetsiz bağdaş kurmuş bunca bedavacının yedikleri hangi değirmenden ve hangi yoldan geliyor acaba?

Peki ya açlık ve kıtlık felaketinin iyiden iyiye kendini topluma göstermeye başladığı bugünlerde, “Ucuz halk ekmek kuyrukları, görüntü vermek içindir. Porsiyonlarınızı küçültün. İki domates yerine bir tane yiyin, hatta yemeseniz de olur” diye milletle kafa bulan muktedirlere ne demeli?

Sahi, “Biz ne yaptık” ya da “Neler oluyor bize” diye hiç sormayacak mıyız kendimize?

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.