Aşıyı beklerken…

15.01.2021
A+
A-

Türkiye’nin Covid-19 aşısını beklemesi, kısmen Samuel Beckett’ın Godot’yu Beklerken oyunundaki, kısmen de Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken öyküsündeki kahramanların beklentisine dönüşmüş durumda.

Dünya, Covid-19 belasını tanımış, bilmiş, ondan kurtulmanın yollarını bulmuş ve bu kurtuluşu bir disiplin içerisinde sonuçlandırmaya çalışırken, Türkiye, sahici olduğu bile tartışılır bir umutla, hiçbir şey yapmadan kurtulabileceğinin bir tür sanrısal bekleyişi içine girmiştir.

Buradaki çaresizliğin en büyük müsebbibi, tabi ki iktidarın bu konudaki tutumudur. Bu iktidar işbaşına geldiğinden beri, Türk halkını hep iyi şeylerden, özellikle de gelişmiş bir toplum olmak gibi beklentilerinden alıkoyuyor. Yaptığı her şey halkımızı geriye götürüyor, onu belirsiz bir geleceğe sürüklüyor, onu endişelendiriyor. Bu da neyin ne olacağı, kendisinin ne yapacağı konusunda toplumda kestirilemeyen bir korkunun yerleşmesine sebep oluyor.

Oysa dünyadaki iyi şeyler, Türk halkının da beklediği şeylerdi. Dünyada, kendini iyi şeylere layık gören herkes gibi o da kendini iyi şeylere layık görüyordu. Dünyada yaptıklarıyla, başardıklarıyla iyi bir hayatı hak edenlerin hikayesi, aslında Türk halkının da hikayesiydi.

Ama ne olduysa gerici, ihvancı kadroların Türkiye’de işbaşına gelmesiyle oldu. Anlaşıldığı kadarıyla bu iki şapkalı iktidar, halkın, güçlü bir istekle iyi ve güzel şeylere odaklanan bu sağduyusunu ve demokratik bilincini yitirmesini istiyor.

Girişte verdiğimiz iki örnek, Türkiye’nin aşı beklentisine sanat ve edebiyat penceresinden verilebilecek güzel örneklerdi. Ancak gelin bir de tarımın penceresinden bakınca bu konuya karşı nasıl bir yaklaşım sergilenebileceğine bir bakalım isterseniz:

Bursa Ovası, güney Marmara’nın en verimli tarım alanıdır. Milyonlarca yıl içinde Uludağ ile Katırlı Dağlarından gıdım gıdım taşınan alüvyonların biriktiği; otuna, ağacına, tohumuna, çiçeğine, sebzesine, meyvesine bin bir renk, tat ve rayiha kattığı geniş bir çanaktır.

Pagan dönemdeki adı Olympos, tek tanrılı dinlere geçince de Keşiş Dağı olan bugünün Uludağ’ı, Bursa Ovasını güneyden kuşatır. Bursa Ovası bitki florası için ne kadar mümbitse, polikültür ormanlarıyla Uludağ da o ölçüde yaban hayvan faunasına ev sahipliği yapan bir tayga kuşağıdır.

Bu heybetli dağın orta göbeğinde, Bursa Ovasına hakim konumda bir tepe vardır. Ona, Bakacak Tepesi derler. Kışın sona ermek üzere olduğu, ilkbaharın da yüzünü gösterdiği günün birinde, bu dağın sakinleri Bakacak Tepesinde toplanırlar. Yeşermekte olan Bursa Ovasına bakıp istişarede bulunurlar. Kışın verdiği sıkıntıları geride bırakmanın, bir sonraki kışa da daha hazırlıklı, güçlü ve dirençli girmenin nasıl mümkün olacağını istişare ederler.

Güçleri ölçüsünde ve ihtiyaçları doğrultusunda herkes düşüncesini ifade edip de ortak strateji belirlenirken, tilki, “İlk çiçek açan meyve ağacı benimdir” şerhini koyar ve bencilliğinin, sorumsuzluğunun verdiği kuruntuyla kenara çekilir. Tilkinin anlamsız bulunan bu tavrından rahatsızlık duyulsa da içinde bulundukları hayati süreç göz önünde tutulur ve o şerhin kabulüyle birlikte gereken planlama eksiksiz bir şekilde yapılır.

Ardından, hayata tutkuyla bağlı Uludağ’ın o soylu hayvanları, planladıkları gibi ovada şekillenecek sonucu asaletlerine yaraşır bir ilgiyle, merakla ve umutla beklemeye koyulurlar Bakacak Tepesinde.

Çok geçmeden, ovanın dağ ile buluştuğu yerde bir dereciğin kenarında kupkuru görünen bir ağacın sarı yumaklar halinde çiçek açmasıyla birlikte, tilki, Trump ve benzeri popülist dünyalıların kibriyle ve şahsi kurnazlığının iyi iş çıkardığına olan inancıyla, “değmeyin keyfine” denilecek bir mutluluk dansına başlar. Diğer katılımcılarsa doğru düşünme tekniği ile yaptıkları plana duydukları güvenin tevekkülüyle ovayı gözlemeye koyulurlar.

Armudundan patatesine, üzümünden yoncasına ovanın dört bir yanını altıyla üstüyle ballı, çekirdekli bir renk ve koku cümbüşü sarar. Ayısından ceylanına, domuzundan tavşanına sırası gelen, Bakacak Tepesindeki kışlağından ovaya iner. Lakin sıranın tilkiye gelmesini sağlayacak o ilk çiçek açan kızılcık ağacının meyvesi her ne hikmetse bir türlü oluşmaz, olgunlaşmaz.

Bütün hayvanlar yaz boyunca ovada semirirken, zavallı tilki, Bakacak Tepesinde içinde Uludağ’ın büyüklüğüne erişen bir gelecek korkusuyla siner, küçülür ve yok olmak ister.

Bakacak Tepesinden daha yukarılarda, medeniyetin bir kıvılcımı olan oteller bölgesi vardır. Orayı hayatının merkezine alan karga sürüsünün bir ferdi bir gün tilkiye konuk olur. “Bak tilki kardeş, bizim alemin kurallarına karşı gelerek mızıkçılık ettin ve dışlandın. Aç, açıkta ve yalnız kaldın. Artık sonbahar geldi. Bunun arkası kış, kıyamet. Senin bu ağacının da meyve verecek gibi bir niyeti yok. Beni dinlersen gel sen de bizim gibi şu medeniyetin çöplüğünden beslen. Daha kötüsü ile karşılaşırsan, demedi deme” der.

Tilki, açtı ağzını yumdu gözlerini; “Sen bir kere aptalsın, senin fikrine mi kaldım ben?” diye çıkışır. Konuğunun ayrılmak üzere kanat vurduğunu duyup da gözlerini açtığında, beklediği ağacın nihayet kızıla boyandığını görür. Bir anda,  Bakacak Tepesi ile ağacın arasına tüylü bir oklava uzanır gibi olur. Tilkinin ağacın altında bitmesiyle küçük ama canlı canlı, kıpkırmızı, eliptik meyveleri avurduna tıka basa doldurması da bir olur.

Rivayet odur ki, aynı familyadan olmasına rağmen ne kurdun ulumasına ne de köpeğin havlamasına benzeyen o acayip sesin, tilkinin kızılcıkla buluştuğu o anın ürünü olduğudur.

Tilkinin söylemek isteyip de kızılcığın ona söyletmediği sözün de, “Hay senin …!” olduğudur.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.