Atatürk‘ün Vasiyeti ve Hilafet Federasyonu

23.05.2022
A+
A-

Bir duvarın üzerine dünya haritası asıldığında, önce bir genel görünüm ile yetinmek zorunda kalınmaktadır. Ne var ki, haritanın yanına gelerek, her gece televizyon kanallarında gösteri yapan bazı ilgililer gibi harita üzerindeki çizgilerin ve sınırların incelenmesiyle birlikte, birbirinden çok farklı konumda çeşitli yerleşim ve yapılanma modelleri ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir.

Adalar ile karaların, denizlerle göllerin birbirine karışmış olduğu, çöller ile buzulların ters bölgelerde yer aldığı bir doğal yapılanma durumu, dünyanın bugünü için olduğu kadar geleceği açısından da genel bir fikir vermektedir. Ülkeler ve bölgeler arasındaki mesafelerin bakış açılarına göre değiştiği, durduğunuz yerin konumuna göre, ülke ve bölge yakınlıkları ya da uzaklıklarının sürekli olarak durum değiştirdiği bir yuvarlak dünya yapılanması içinde  insanlar yaşamlarını sürdürmeye çabalarken, ülke ve devletler de harita üzerinde meydana gelen değişikliklerin yansımalarının getirdiği yenilikler ile değişken jeopolitik konumların hesabını iyi yaparak, yeni dünya haritası üzerinde ne gibi değişiklik ve yenilikler ile karşı karşıya gelebileceklerini öncelikle belirlemeye çalışmaktadırlar.

Haritalar ile ortaya konulan bu küresel konum ülkeler, bölgeler, toplumlar ve devletler açısından yeni durumları gündeme getirdiği için, yeryüzü karaları üzerinde yer alan tüm canlılar ve onların kurmuş oldukları yapılanmaların zamanla eskiyerek gerilere doğru gittiği görülmekte ve yeni ortaya çıkan koşullar ve durumların ise gündeme gelen yeni tablolar üzerinden geçmişten gelen bütün siyasal, sosyal ve küresel yapılanmaları değişime zorladığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bütün dünya ülkeleri değişimin dayatmalarıyla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Böylesine bir süreç içinde de devletlerin ve de kuruluşların yöneticileri geleceği kurtarmak amacıyla bazı sıkı önlemler alarak, değişimin yıkıcı yansımalarına karşı geçmişten gelen kamu düzenlerini koruyacak yeni yapılanmalara gitmektedirler. Her ülkenin jeopolitik konumu aynı zamanda geleceğinin de belgesi olarak ortaya çıktığı için, tüm çabalar var olan kazanılmış durumları korumak ve gelmekte olan tehlikeli gelişmelere karşı çıkmak doğrultusunda yeni mücadelelerin yapılmasını doğal olarak gündeme getirmektedir.

Duvardaki dünya haritasına bakıldığı zaman haritanın batı bölgesinde Amerika ve Avrupa kıtalarını yan yana getiren batı blokunun bütünüyle bir kontrol mekanizması içinde yer aldığı ve haritanın doğu tarafına bakan kesiminde ise tıpkı batı bloku gibi Çin Halk Cumhuriyetinin geniş topraklarının var olduğu göze çarpmaktadır. Dünya haritasının batısında batı bloku yer alırken, doğusunda da doğu bloku yerine geçecek bir biçimde, çağımızın en büyük ve geniş devleti olarak Çin gerçeğinin var olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün dünyasında gündeme gelmiş olan bu ikili yapılanma doğu ve batı blokları arasında bir yeni dengeli durum ortaya çıkarırken yeryüzü kıtalarının tam ortasında yer alan ve doğudan batıya ya da batıdan doğuya doğru uzanan Müslüman ülkeler  zinciri ile insanlar karşı karşıya kalmaktadır.

Eski ABD dışişleri bakanı olan Condeleza Rice yeni dünya düzeni kurulurken  yirmi iki ülkenin sınırlarının değişeceğini ve bu doğrultuda dünya haritası üzerinde önemli kaydırmalar yapılabileceğini açıkça söylemiştir. Ona göre Afrika kıtasının en batısında yer alan Fas’tan başlayarak sürekli doğuya doğru gidilirse, birbirine sınır komşusu olan bu yirmi iki ülkenin bir orta dünya hattı olarak batıdan doğuya doğru uzandıkları görülmektedir. Harita üzerinde ABD merkezli batı bloku en geniş alanı kapsarken, ABD’nin karşısında Çin kale gibi öne çıkmakta ve doğu ile batı arasında uzanıp gitmekte olan İslam coğrafyası da ,dünyanın en geniş üçüncü alanı olarak burada yerini  almaktadır. ABD’nin en büyük düşmanı konumundaki Çin’in önünü kesecek en büyük coğrafya orta alanda öne çıkmış olan İslam toprakları olarak  görüldüğü için, ABD önderliğindeki Müslüman ülkelerin toprakları, Çin ve ona bağlı olarak doğu blokunun genişlemesine karşı çıkartılmaktadır.

Atatürk devlet kuran bir önder olarak ve askeri okullarda almış olduğu jeopolitik eğitimlerin yansımalarıyla, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Misakı Milli sınırlarının çizilmesi aşamasında çok doğru bir karar alarak, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden yolda dünyanın en zor coğrafyasının tam ortalarında kurulmakta olan yeni ulus devletin sınırlarını çok gerçekçi bir yaklaşım içinde belirlenmesini sağlayarak, her türlü riskli gelişmelere karşı Türkiye Cumhuriyetinin birlik ve bütünlük içinde varlığını korumasını sağlayabilmiştir. Savaş sonrası bir ortamda gündeme gelen düzensizlik eski imparatorlukların yıkılmasına giden yolları açarken, aynı zamanda  gelecek yüzyılın ulus devletlerinin oluşumunu da gündeme getiriyordu. İmparatorlukların bittiği aşamada ulus devletlerin gündeme gelmesi, aslında geçmişten gelen siyasal birikimlerin savaş sonrası ortamda öne çıkmasını gerçekleştiriyordu. Atatürk de Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan ulusalcı önderlerden birisi olarak, yeni bir ulus devlet projesini  ile tarih sahnesinde Türkiye Cumhuriyetini kurarken, dünyanın geleceği ile de yakından ilgilenerek bu konuda yaptığı okumaları ve araştırmaları zaman zaman dile getirerek, nasıl bir dünya gerçeği ile insanlığın gelecekte karşı karşıya kalacağını fırsat buldukça dile getirerek anlatıyordu .Dünya tarihini çok yakından inceleyen Mustafa Kemal  bu çalışmaları sırasında tarih biliminin temel eserlerini inceleyerek ,kendisine göre çıkarmış olduğu sonuçları söylev ve demeçlerinde dile getirmiştir. Tarih bilimi ile yakın duran insanların geçmişten geleceğe dünyadaki değişimden haberdar olmasıyla birlikte geleceğin dünyasında neler olacağı da tartışma alanına gelmektedir. Atatürk kendi zamanının bugününü temsil eden bir projeyi ulus devletler çağına uygun olarak gerçekleştirmeye çalışırken, aynı zamanda  geleceği de dikkate alarak yarının dünyasında neler olacağını ve bu çizgide insanlığın ne gibi yeni tablolar ile karşılaşabileceğini çeşitli fırsatlarda dile getirerek, bu bilgi birikimini kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin gelecekte yöneticisi olacak genç kadrolara anlatıyordu.

Atatürk, düşünce ve görüşlerini yazıları ve konuşmaları ile ortaya koyarken ,hayatının son döneminde bazı vasiyetname ve miras konularını gündeme getirerek gelecek ile ilgili  görüşlerini kağıt üzerinde yazılı bir biçimde belirlemeye çaba göstermiştir. Gelecek kuşaklara bir birikim bırakılırken herkes önce özel konulara ve mal varlığına, sonra da içinde bulunulan siyasal ortam ile ilgili düşüncelerini tespit ettirmeye çalışmaktadır. Daha sonraki aşamada dışa dönük genel konular ve resmi evrak düzenlemeleri tamamlanmaya çalışılarak, ortaya bir vasiyetname ya da miras belgesi konumunda irade ve düşünceleri tespit etme ile ilgili değerlendirmeler yapılarak, resmi belgelerdeki irade beyanlarının geleceğe tüm yönleri ile aktarılmasına çalışılırken, Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazarak bırakmış olduğu bir miras belgesinin olduğu bilinmektedir. Bu konuda eski bir Avukat olan Mazhar Leventoğlu bir kitap hazırlayarak, miras hukuku açısından Atatürk’ün Türk ulusuna ve ailesine bırakmış olduğu irade beyanının hukuk bilimi açısından değerlendirmesini yapmıştır.

Atatürk’ün ailesi ve kardeşi ile ilgili el yazısı belgelerdeki bazı açıklamalar sonraki dönemde de gündeme getirilen tartışmalara ışık tutmuştur. Atatürk’ün özel mirası ile ilgili yazılı metine herkesin saygılı davrandığı bir ortamda, Atatürk’ün kendisinden sonraki dönemde kurmuş olduğu cumhuriyet devletinin ne gibi zorluklar ve karışıklıklar ile ilgili görüş ve düşüncelerinin bulunduğuna dair ikinci bir tespit belgesinin de, bir devlet kurucu önder olarak ülkesinin geleceğinde karşı karşıya kalınabilecek bir önlem olarak düşünülerek, Türk devletinin merkezi kurumlarında geleceğe dönük bir biçimde korunmasına çalışılmıştır. Atatürk’ün Anıt Kabir’deki yerine taşındığı sene olan 1953 yılında bu konular ilk kez tartışma konusu olmuş ama bir askeri döneme doğru sürüklenirken devletin kuruluşu ile ilgili belgeler o dönemin başbakanı Adnan Menderes’in uzak durması yüzünden yeterince inceleme konusu olarak ele alınamamıştır. 12 Eylül döneminde devlet yeniden düzenlenirken o dönemin askeri yönetimi Atatürk’ün vasiyeti ve mirası ile ilgili özel bir araştırma yaptırmış ve bu konudaki devletin elinde bulunan belgelerin o dönemin koşulları elverişli  olmadığı gerekçesiyle cumhuriyetin yüzüncü yılında resmen  açıklanması uygun görülerek, bu konu ile ilgili devlet açıklamasının o dönemde  yapılması devlet organlarınca önlenmiş ve bu açıklama işi bugünlere ertelenmiştir.

Atatürk’ün vasiyetini bugün için önemli kılan konu, kendisinin gelecekteki dünya düzeni ve Türk devletinin karşı karşıya kalabileceği siyasal çıkmazlar hakkındaki görüşlerini açıklığa kavuşturarak  geleceğin dünyasında ulus devletlerin durumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bir ulus devlet olarak Türk cumhuriyeti örgütlenirken, Avrupa tipi laik devlet yapılanması benimsenmiş ve bir halkçı rejim olarak ulusal bir devlet düzenine yönelme olmuştur. Devletin dayandığı temel ilkeler anayasal metin içinde kabul edilirken, Türkiye Büyük Millet Meclisinin çıkardığı kanunlar çerçevesinde saltanat ve hilafet rejimleri kaldırılarak, imparatorluktan ulus devlete ve başında halifenin bulunduğu din devletinden çağdaş laik ulus devlete geçerken ,hilafet rejimi de gene bir başka kanun ile kaldırılarak ülkede yeni bir devrim yapılmıştır

Bu devrimci dönüşümlerin öncüsü ve önderi olan Atatürk yeni devletin yapısını anayasal ilkeler düzeyinde belirlerken, tıpkı Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir tek tanrılı din olan İslam dininin geleceği ile ilgili görüşlerini zaman zaman dile getirerek, devrimci dönüşüm ile geçmişten gelen geleneksel durumun çatışmasını önlemeye çaba göstermiştir. Bu doğrultuda kendi söylev ve demeçleri içinde yer alan bir çok konuşma ve yazısında din, laiklik, hilafet, hak ve özgürlükler gibi ana konularda görüşlerini dile getirmiş ve bugünün dünyası ile geleceğin dünya düzenleri hakkındaki görüşlerini bugünlere yansıtmaya çaba göstermiştir. Atatürk kendi döneminde geleceğin dünyasının kurulabilmesi için merkezi coğrafyada cesur adımlar atarken, çağdaş dünyanın gerisinde kalmış olan saltanat ve hilafet düzenlerini de Türk halkının oluşturduğu TBMM aracılığı ile kaldırarak, bir kanun ve hukuk devleti olmanın gereğini yerine getirmiştir. Bu sayede atılan adımlar çağdaş Türkiye Cumhuriyetini geleceğin nurlu ufuklarına doğru taşırken yeni devlet saltanat ve hilafet düzenlerinin daha ilerisi bir çizgide kurulmuş oluyordu. Konu devletin temel yapılanması ile ilgili olduğu için her türlü tartışmanın üstünde tutularak, Türkiye Cumhuriyetinin gelecekteki durumunu kesinleştirmek üzere devlet kurucusunun vasiyetine özellikle hilafet konusunda Atatürk’ün düşünceleri eklenerek, Misakı Milli sınırları içinde yer alan yeni devletin farklı yerlere doğru çekilmesi ya da emperyalist projeler doğrultusunda, Türk ulusunun zarar görmesine yol açabilecek yeniden yapılanmalara yönlendirilmesi önlenmeye çalışılmıştır.

Halifelik anlamına gelen hilafet rejimi din adına egemenliğin tek bir adamın eline verilmesidir. Merkezi Vatikan olan bir dünya yapılanması içinde bir Papaz hem tüm Hristiyan dünyasının hem de  Papalık devletinin başkanı seçildiği gibi, benzeri bir doğrultuda bir din adamının ya da devlet yöneticisinin bütün İslam dünyasının başkanı ve önderi olarak kabul edilmesini Hilafet devleti çatısı altında olmasını savunan görüş de, tıpkı Vatikan gibi bir  din devletini Müslümanların da Hilafet devleti olarak  kurmalarını normal olarak karşılamaktadır. Vatikan benzeri bir örgütlenmeyi Akdeniz kıyısında İsrail olarak kuran Museviler de, kendi din devletlerini Vatikan benzeri bir yapıda  kurduklarını söylerken, İslam dünyasının iki kutsal şehri olan Mekke ve Medine kentlerini içine alan bir üçüncü din devletini gene Akdeniz kıyısında Hicaz devleti adıyla kurulabilmesinin tartışmaları soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme aşamasına gelindikten sonra başlamış ve yeni bir dünya düzeni kurulması doğrultusunda tartışılmıştır.

Büyük Orta Doğu Projesinde ABD, Büyük İsrail projesinde İsrail ve Yakın Doğu Konfederasyonu projesinde İngiltere, merkezi alandaki tüm Müslüman devletlerin bir araya gelmeleri sayesinde bir İslam imparatorluğu oluşturacak şekilde yeni bir yapılanmanın arayışı içine girmişler ve bu yolda çalışmalarını hızlandırarak  ulus devletleri geride bırakacak biçimde yeniden imparatorluklar çağına geçişin ön hazırlıklarını  tamamlamaya çalışırken, Türk devletini ve yetkili kamu bürokratlarını her defasında uyararak Yeni Osmanlıcılık adı altında eski Osmanlı Hilafet devletine bir geri dönüş, bugünlerde siyasal gündeme taşınmaya çalışılmaktadır. Eski Osmanlı topraklarında Hristiyan ve Musevi dinine mensup devletler kurulurken İslam coğrafyasının  yeni bir Osmanlı düzeni arayışına girmesi demek, Balkanlar’da Hristiyan, Orta Doğu’da Musevi devletlerin de bu çatı altında yer almaları anlamına gelecektir. O zaman da Halifelik devletinde sadece Müslüman toplum değil ama kozmopolit bir yapılanma içinde, Osmanlı devrinde olduğu gibi her dinden insanların yer alabileceği laik olmayan bir siyasal düzen kurulması için çalışılmaktadır.

Hilafet tartışmaları Osmanlı devletinin yıkılmasıyla başlamış ve bu devletin toprakları üzerinde ulus devletlerin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçilmiş ve aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra da bu kez ulus devletin yıpranması ve şikayetlerin artması dikkate alınarak, yeniden Osmanlı devletine geri dönme eğilimi öne çıkmıştır. Bugün Yeni Osmanlı hareketi içinde bir çok Müslüman ve dinci topluluk, Hilafet düzeni içinde bir orta çağ benzeri din düzeni kurulması doğrultusunda, bir araya gelebilmektedirler. Böylesine bir arayış içine girmiş olan bu toplulukların ana hedefi olarak Yeni Osmanlıcılık akımının gösterilmesi beraberinde hem laiklik düzeninin kaldırılmasına hem de Hilafet devletine geri dönülmesine yol açabileceği için, geçmişten gelen Halifelik ve laiklik düzenlerinin karşılaştırılarak tartışılması öne çıkmaktadır. Bir Türk devleti olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılması sırasında Halifelik tartışılarak bu yapıdan vazgeçilmesine karar verilmiş ve bu kararın uzantısı olarak da 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanun ile Halifelik düzeni ortadan kaldırılmıştır. TBMM bu yasanın çıkartılmasından önce Saltanat ve Hilafet rejimlerini birbirinden ayırmış ve bu konuda önce Saltanatı daha sonra da Hilafet’i yürürlükten kaldırmıştır.

Son Osmanlı padişahının İngiliz gemisiyle kaçışından sonra yeni bir Halife’nin göreve başlaması TBMM kararıyla yapılmış ama uygulamada hükümet ile Halife arasında çeşitli sorunlar ortaya çıkınca, bu kurumun da tıpkı Saltanat rejimi gibi kaldırılmasına meclis tarafından karar verilmiştir. Bütün İslam dünyasının en büyük otoritesi olarak belirlenmiş olan Halifelik rejiminin yeni yönetim ile uyuşmaması ve sık sık çelişkilere düşmesi yüzünden cumhuriyet rejimi Halifelik makamını da iptal ederek, tam anlamıyla demokratik bir cumhuriyet devleti oluşturulmasına karar verilmiştir. Atatürk ve arkadaşları tarafından gereksiz ve mahsurlu görülmesine rağmen Birinci meclisin içinde Atatürk’e karşı çıkan  hilafetçi grubun ısrarlı direnişleri üzerine, önce Halifelik kurumunun bir süre devamına karar vermişlerdir. TBMM’de Halifelik makamının tüm İslam dünyası üzerinde etkin olması nedeniyle, Osmanlıcı Hilafetçiler bu kurumun devamı için ısrarlı takipçi olmuşlardır. Daha güçlü bir devlet için dinin karşıya alınmaması, ayrıca isyanların bastırılması için Hilafet’ten yararlanılması gerektiği TBMM görüşmelerinde dile getirilmiştir.

Cumhuriyet rejiminin ilanı üzerine son seçilen Halife hükümet ve meclis kararlarını dikkate almadan kendi bildiği çalışmalara yönelince, kısa zamanda iki başlı bir organizasyon görünümü yaratılmıştır. Atatürk’ün cumhurbaşkanı seçilerek devletin temsil makamına gelmesinden sonra Halife Abdülmecit devletin ikinci başı olarak temaslarını yürütmeye çalışmış ama devlet içinde ikilem ile birlikte hükümet çalışmalarında da karışıklıklar ortaya çıkınca Halifelik kurumunun kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu arada ikinci meclisin göreve gelmesini sağlayan genel seçimler sayesinde  meclis kadrosu yenilenmiş ve Halifeyi destekleyen muhafazakar kesimler meclis dışında kalmışlardır. 3 Mart I924 tarihli ve 431 sayılı ”Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memalik’i haricine çıkarılmasına dair kanun” çıkarılarak, Hilafet devletine son verilmiş ve böylece demokratik bir cumhuriyet rejimi kurularak  Osmanlı hanedanının bütün yetkilerine son verilmiştir. Kuvayı Milliyeciler çağdaş bir cumhuriyet rejimi kurabilmenin peşinde koşarken, İngiliz emperyalizmi de Halifelik ile yakınlık kurarak ve ulusal kurtuluş savaşını yürüten halk güçlerine karşı Hilafet ordusu adı altında yeni bir örgütlenmeye giderek, ulusal kurtuluş savaşını ikiye bölmeye çalıştılar.

Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı-İnzibatiye  isimli bir Hilafet ordusu ile Osmanlı’nın başkenti olarak İstanbul ve çevresini egemen olarak Kuvay-ı Milliye güçlerinin eski başkent İstanbul’u ele geçirmelerini önlemeye çalışmışlardır. Halifelik kurumu, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra elçi yetkileriyle göreve gelerek peygamberin yaptıkları ve söyledikleri doğrultusunda halk kitlelerine önderlik yapan kişilere çalışma düzeni sağlayan bir yapılanma olarak, Osmanlı devletinin son aşamasında tartışma konusu yapılarak ortadan kaldırılmıştır. Orta çağ uzantısı olan din egemenliği arayışı içinde olan Hilafetçiler, dinin sağladığı eski ortamı hedefleyerek halk egemenliği ve cumhuriyet yönetimi ilkelerine karşı çıkarlarken, gene eskisi gibi içinden geldikleri Orta çağ uygarlığını aramışlar ve bu doğrultuda yapılan çalışmalar ile de Hilafet rejimini canlandırmak istemişlerdir.

Bugünün dünyasında Orta çağ benzeri rejimler kurmak ya da yaşatmak mümkün olmadığı için peygamber Hz. Muhammed benzeri bir yönetim düzeni günümüzde kurulamamaktadır. Ortaçağ da peygamber aynı zamanda Halife konumunda olduğu için her iki misyonu da birlikte götürüyordu. Yönetim tam olarak tekelde toplanınca Peygamber kendinden sonra yerine geçerek Halife olacak adayları belirleyerek, kendinden sonra devamlılık sağlayacak Halifeler düzenini kendisi kurmuştur. Halife olacaklar temsilcilerin seçimi ile tamamlanacak bir süreç sonucunda seçilerek belirlenmişlerdir. Hz. Muhammed din ve dünya işlerini bir arada yürüten bir devlet başkanı konumunda olduğu için onun zamanında peygamberin tekelinde toplanan gücün kendisini takiben göreve gelen Halife’ye aktarılması benimsenmiştir. Peygamberin ölümünden sonra halifelik mücadeleleri çok sert geçmiş ve kanlı olaylar birbiri ardı sıra gündeme geldikçe, İslam tarihi hak ve hukuk çizgisinin çok ötesindeki gelişmeler aracılığı ile kanlı ve çatışmacı bir çizgide ilerleme olmayınca, din adına barış sağlamak  giderek zorlaşmış ve sonraki yıllarda siyasal bölünmeler bu çizgide devam ederek yeni grupların ve Halife adaylarının öne çıkmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucunda da yeni yeni tarikatlar ve cemaatler birbirini izleyerek din dünyasında istikrarsızlık ortamı yaratmışlardır.

Kimin Halife olacağı meselesi yüzünden başlayan çekişmeler daha sonraki aşamalarda kimin cemaatleri yöneteceği noktasına geldiğinde, Halifelik sisteminin tek başına barış düzeni açısından yetersiz kaldığı ve bu nedenle bütün İslam toplumlarından  gelecek katılımlarla, dinsel örgütlenmenin ötesinde kalıcı bir devlet düzeninin varlığının zorunluluğu bir kez daha doğrulanmıştır. Osmanlı döneminde de yaşanan olaylar ve benzeri siyasal gelişmeler sadece Halifelik düzeni ile bir devlet düzeni kurabilmenin mümkün olamadığını ortaya koymuştur. Dini otoriteler aracılığı ile çağdaş bir kamu düzeninin kurulamadığı bir gerçeklik olarak öne çıkınca, o zaman Halifelik ile normal devlet düzeni birlikteliği  Endülüs, Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı devletleriyle tarih boyunca denenmiştir. Savaşlar aracılığı ile Memluk devletinden Osmanlı devletine geçen Halifelik son üç yüz yıl Osmanlıların elinde kalmıştır. İslam devletleri uzunca bir süre halifelik rejimleriyle yönetilmiş ve bu doğrultuda Halifelik mücadeleleri verilmiştir. İmparatorluk peşinde koşan İslam devletleri her zaman için birkaç Müslüman devleti kendi hegemonyası altına alabilme doğrultusunda halifelik düzeni kurarak ve kendilerini merkezi güç olarak ilan ederek daha büyük İslam devletleri oluşturmaya çalışmışlardır.

Yıkılan bir İslam imparatorluğunun kalıntıları arasından bir ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet çıkarabilme çabasına yönelen Atatürk, bu doğrultuda önce saltanatı kaldırmış daha sonra da  ayrı bir kanun ile Halifelik düzenini iptal ederek, bu makamı yeni kurulan devletin en üst organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevi kişiliği nezdinde temsil edilmesini sağlayan bir geçici statüye bağlamıştır. Gelecekteki muhtemel siyasal gelişmeler doğrultusunda İslam dünyasının en üst düzeyde yönetilmesine sağlayacak böylesine bir makamı, zaman içerisinde geleceğe dönük yeni bir yapılanma üzerinden tekrar devreye sokulması gibi bir yeni duruma karşı hazırlıklı olmaya dikkat etmiştir.

Özellikle Atatürk’ün ağzından çıkan sözlere dayanılarak gündeme getirilmiş bir metinde Atatürk Türkiye Cumhuriyetinin geleceğini konuşurken, gelecekte dünyanın çok genişleyeceği ve nüfusun fazlasıyla artacağını ve bu gibi bir yeni durumda tek bir halife ile işlerin yürütülemeyeceğini ifade etmiştir. Atatürk’ün yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir devlet kurarken, gelecek yüzyılda Müslüman coğrafya da birden fazla devlet olabileceğini, ortaya yirmi ya da yirmi beş İslam devletinin çıkabileceğini bu durumda gene tarihte görüldüğü gibi, Müslüman devletler arasında hegemonya savaşlarının ortaya çıkmasını önlemek amacıyla, var olan bütün İslam devletlerinin temsilcilerinden oluşabilecek bir Hilafet Konseyinin kurulabileceğini belirttiği söylenmektedir. Tek ve büyük bir devletin çatısı altında harekete geçecek Hilafet Konseyi’nin zaman zaman toplanarak alacağı kararlar aracılığı ile İslam dünyasının yönetimini sağlayabileceği konusu o dönemde tartışma konusu olmuştur. Müslüman devletlerin bir  araya gelmeleriyle oluşturulacak Hilafet konseyinin bir araya gelememe durumu da dikkate alındığında, her İslam devletinin çatısı altında yer alabileceği bir federasyon ya da konfederasyon devletinin de gelecekte kurulabileceğini Atatürk’ün belirttiği söylenmektedir.

Atatürk’ün ağzından çıkan sözlerin tespit edilmesiyle ortaya konan vasiyetname benzeri bir metin ölçü olarak ele alındığında, Saltanatın geride kalmasını tartışmayan Atatürk’ün, hilafeti geleceğe dönük bir tartışma konusu yapması ve bu sorunun çözümünde artık bir halifenin temsil edeceği bir Hilafet rejimi ile değil, tüm Müslüman ülkelerin birer temsilci ile yer alacağı bir katılımcı düzen çerçevesinde yeni bir örgütlenme modeli gündeme getirilmektedir. Atatürk’e göre her toplumun ya da devletin birbirinden alabileceği farklı ihtiyaçları vardır. Bu durumda bağımsız İslam devletlerinin temsilcileri bir araya gelerek kongreler yapabilirler ya da bir Hilafet Konseyi adı altında örgütlenerek ortak gereksinmelerin karşılanması çizgisinde yapmaları gereken girişimlerde bulunabilirler.

Ayrıca böyle bir konseyin kurulamadığı durumlarda da İslam devletleri bir Hilafet Federasyonu ya da benzeri bir konfederasyon çatısı altında bir araya gelerek, geçmişteki Halifelik kurumunun kaldırılmasından doğan boşluğun karşılanmasını sağlayabilirler. İslam devletleri arasında geliştirilen ortak ilişkilerin korunması ve başlatılan ilişkilerin var olan koşullara uygun birlikte hareketi sağlamak üzere, bütün İslam devletlerinin eşit ve ortak katılımı ile bir meclisin kurulabileceği gene Atatürk tarafından dile getirildiği söylenmektedir. Atatürk’ün ağzından bir bütünlük içinde dile getirildiği belirtilen bu sözlerin gelecekte Birleşik İslam Devleti gibi bir siyasal yapılanmayı öne çıkarabileceği ve bu katılımcı İslam Meclisinin başına Halife unvanı verilen konumda birisinin seçilebileceği  gene o metin içinde belirtilebilecektir. Aksi takdirde herhangi bir İslam devletinin, bir kimseye, bütün İslam dünyasının işlerini yönetme ve yürütme yetkileri vermesinin akıl ve mantığa hiçbir zaman uygun gelemeyeceği ,gene Atatürk tarafından hazırlanan büyük söylev de yer almıştır. (Atatürk – NUTUK, Orhan  Selim, s.532-533 )

1938 yılının 6 Eylül günü Beyoğlu 6.Noteri İsmail Kunter’in Dolmabahçe sarayına çağrıldığı ve Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın huzurunda vasiyetnamede değişikliği yapıldığı gene aynı kaynaklar tarafından öne sürülmüştür. Ayrıca, Atatürk’ün naaşının Anıt Kabir’e taşındığı aşamada Atatürk ile ilgili olarak bir genel durum değerlendirilmesinin gündeme geldiği ama dönemin başbakanı Adnan Menderes’in arkasındaki İslam cemaatlerinden çekindiği için, böyle bir adım atılmasına uzak durduğu  gene aynı kaynaklar üzerinden tartışılmıştır. Büyük Söylev de Hilafet ile ilgili yazılan satırlarda, Hilafet rejiminin yeniden canlandırılmasına  dönük bazı cümlelere de rastlanmaktadır. Söylevin çeşitli kısımlarında Atatürk’ün cümlelerinde Halifelik kurumunun gelecekteki durumuna dikkat çekildiği öne sürülmektedir. Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti ile ilgili her şeyin elden geçirildiği bir dönem olan 12 Eylül, askeri rejimi sırasında, var olduğu ileri sürülen Atatürk’ün vasiyetinin  resmen açıklanmaması konusunun da açıklığa kavuşturulması  ile ilgili davalar açılmış ama Türk yargısı bu konuda çekingen davranarak, kamuoyu önünde devletin kurucu önderinin mirasçılarına bırakmış olduğu cumhuriyet devleti ile ilgili  laiklik rejimi ve dini yapılanma konularında var olan sorunların ortada kalmasına yol açılmıştır.

Adnan Menderes ve Kenan Evren dönemlerinde ele geçirilen fırsatların değerlendirilmesinden kaçınıldığı bir süreç içinde bugün gelinen yeni aşamada gene Atatürk’ün gizli kalan vasiyeti gündeme getirilmekte ve büyük şehirlerde Türkiye’nin yakın geleceği ile ilgili senaryolar tartışılırken, bu vasiyetnamede var olduğu öne sürülen Hilafet Federasyonu ya da konseyi gibi dinci yapılanmalar, Atatürk’ün vasiyetnamesi üzerinden  öne çıkarılmaktadır. Devletin kurucu önderinin kendi ulusuna bırakmış olduğu mirasının bütün yönleriyle ele alınarak açıklığa kavuşturulması ya da bugüne kadar saklanan böylesine bir vasiyetname üzerinden geleceğin yeni siyasal yapılanmasının beraberinde gündeme getirdiği  yeni siyasal koşulların Türk ulusunun önünde ele alınarak tartışılması gerektiği, her geçen gün karşı karşıya kalınan olumsuz olaylar ile bir kez daha doğrulanmaktadır. Türk devletinin kurucusunun iradesine sansür koymak ya da bu çizgide baskı uygulamak gibi hareket tarzlarının gizlilikler senaryosuna destek olduğu açıktır. Türk devletini yönetmek şansını elde eden siyasal iktidarların şimdiye kadar gizli kalmış gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasından uzak durulması ,bugünün koşullarında ancak emperyalist devletlerin Türkiye ile ilgili  gizli işgal senaryolarını sürdürmelerine  katkı sağlamaktadır.

Küreselleşme sürecinde öne çıkan Orta Doğu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Güney Asya gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde  yeni siyasal yapılanmalara gidildiği, bunların bir kısmının dışarıdan finanse edilen terör ve benzeri anarşi olayları ile birlikte, bu gibi hukuk dışı ve suç gelişmelerine karşı komşu devletlerin bir araya gelerek dışarıdan gelen emperyalist saldırı ve işgal girişimlerine karşı işbirliği yaparak kazanılmış haklar doğrultusunda dayanışmaya gittikleri ve bazan da daha ileriye giderek bölgesel birlikler kurmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu gibi gelişmelerin içinde İslam devletleri de tıpkı diğer ülkeler gibi hareket ederek ya komşu dayanışmasına ya da bölgesel birliklere yönelmektedirler. Hristiyan devletler Avrupa Birliği gibi kıtasal birlikteliklere yönelirken, Papalık çatısı altında bir araya gelmeleri gibi Müslüman devletler de Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya bölgelerinde İslam dayanışması doğrultusunda  bölgesel birliklere yönelmektedirler.

Ne var ki, dünyanın ortası olarak kabul edilen merkezi coğrafya da üç büyük din iki bin yıl önceden gelen var olma senaryoları doğrultusunda hareket ederek, bugünlere geldiği için, dinler arası çekişmeler günümüzde devam ederek geleceğin yeniden yapılanmasında etkin olmaktadırlar. En son olarak Ukrayna savaşı ile ilgili gelişmelerin orta dünya da yokmuş gibi görünün bir Musevi yapılanmasının, Müslüman ve Hristiyan yapılanmasıyla boy ölçüşecek kadar güçlü olduğunu öne çıkarmıştır. Atatürk bu durumu yakından izlediği için, kutsal topraklar üzerinde yabancıların saldırı ve işgalci girişimlerine izin verilmeyeceğini Bombay Chronicle isimli gazetenin 27.71937 tarihli nüshasında dile getirmiştir. Eski Osmanlı topraklarının Hristiyan emperyalizmi ile Musevi Siyonizmine alet olmayacağını Atatürk bu demecinde açıkça dile getirmiştir. Avrupa ülkelerinin Orta Doğu bölgesinde emperyalist senaryolara girişmesine önlemek üzere Atatürk gerekirse ,bölge devletlerinin işbirliği yaparak bir bölgesel birlik çatısı altında birleşebileceklerini ifade etmiştir. Atatürk’ün bu sözleri de Halifelik kurumunun birleştiriciliğinde merkezi coğrafyadaki Müslüman ülkelerin ortak bir çatı altında toplanabileceklerini aynı doğrultuda desteklemektedir.

Atatürk büyük söylevinde  yaptığı açıklamalar sırasında İran ve Afganistan gibi Müslüman devletlerin Halifenin yönetim yetkisini tanıma konusunu gündeme getirerek, bir Hristiyan birlik olan Avrupa’nın her türlü emperyalist saldırısına karşı merkezi bölge devletlerinin kardeşçe bir araya gelerek karşı çıkabileceklerini ve direnerek örgütlenebileceklerini dile getirirken, antiemperyalist tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Atatürk bu gibi görüşlerini sıralarken, İngiliz tarihçi Wells’in dünya tarihi isimli kitabını öne çıkarmakta ve gelecekte  bir dünya devleti kurulabileceğini, bu kitaba dayanarak dile getirmektedir. Dünyanın merkezi bir organizasyon tarafından yönetilmesinin bazı yararları olabileceğini, dünya çapında bir barış düzeni gerçekleştirebilmek üzere tek ve bütün bir dünya devletinin kuruluşunun yararlı olabileceğini de ifade eden Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi, geleceğin dünyası ile ilgili düşüncelerini öne sürerken, tarih boyunca devam edip gelen dinler arası savaşlara bir son verilmesi ve bu doğrultuda da tüm insanlığı bir araya getirecek yeni bir  ortak dünya dinine gereksinme olduğuna  işaret etmiştir.

Dünyaya yayılmış olan bütün dinlerin ötesine giderek yeni bir dünya dini üzerinde bir araya gelmenin, dünya barışına katkı sağlayacağını görerek  yeni bir barış düzeni oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. Atatürk aynı kaynaktaki görüşlerini sürdürürken katı ve bağnaz bir hilafetçiliğe karşı çıkmakta ve belirli bölgelerde emperyalizme yönelen bir Pan-İslamizm akımının doğru olmadığını söyleyerek, bu akıma karşı açıkça tavır koymuştur. Üç büyük kıtaya yayılmış olan İslam dininin yeniden yapılanması sırasında, Müslüman halk kitlelerine baskı yapılmaması ve hepsinin serbest bırakılması sayesinde tüm İslam toplumlarının kendiliğinden bir araya gelerek, dönemin koşullarına uygun uzlaşma ve birleşme noktaları bulabileceğini gene Atatürk açıkça dile getirerek, geleceğe yönelik bir biçimde Türk ulusuna yön göstermektedir. Her devletin ve toplumun birbirinden alacağı ihtiyaçları dikkate alınırsa eski bir kurum olan Hilafete yeniden yönelmeden, çağın gerekleri doğrultusunda bazı  yeni uzlaşma ve birleşme yöntemleri geliştirilebilecektir.

(Atatürk’ün açıklanmayan vasiyeti ve Hilafet- Celal Tahir, Turquie Diplomatik, Ekim 2012)

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.