AYASOFYA: Kutsal bilgelikten, siyasi aldatıcılığa…
Demokratik olmayan iktidarlar ülkelerini yönetmekte acze düşüp halkın desteğini kaybetmeye başlayınca, içeride korku salar, gerginlik ve kargaşa çıkartır, dışarıda da sürekli düşman yaratırlar. Bunu yapmalarının nedeni; iktidarlarının altlarından kayıp gitmesini hızlandıran gerçek gündemi perdelemeye yönelik sahte ve gereksiz gündem oluşturmaktır.
Bugünlerde Türkiye’nin gündemine oturtulan “Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi tartışması” bunun tipik bir örneğidir.
İki Cihana Sığmayan Tanrı Ayasofya’ya Sığar Mı?
Ayasofya; miadını tamamlamış Büyük Roma’nın bölünmesiyle oluşan Doğu Roma’nın kudretli imparatorlarından Justinianus’un, kendi adını ölümsüzleştirmek amacıyla inşa ettirdiği mühendislik ve sanat harikası anıtsal bir yapıdır. Bu yapının nesnel halinin insanlık müktesebatına kattığı değerin, inşa edildiği dönem de göz önüne alındığında, çok yüksek olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak bu eserin asıl bu yönüyle önemsenmesi, geleceğe miras bırakılması gerekirken, Ortodoks Hıristiyanlığın marifetiyle “Kutsal Bilgelik” adı verilerek Tanrı’nın Evi yapılmıştır. İşte bu durum, gerçek değerini düşürmemiş olsa da onu din çatışmalarının aracına dönüştürdüğü için, dünün karanlığında kalmış toplumların gözünde hala mukaddes bir mabet iken, çağımızın gelişmiş insanları nezdinde ise salt dünya kültür mirasının korunması gereken bir değeridir.
Justinianus, her imparator gibi tanrının gölgesinin kendi ülkesine düşen kısmıydı. Ancak üvey babası olacağı kendinden sonra bu bölgedeki diğer gölgelerin de işine gelecek şekilde, iktidarlarına alet edebilecekleri bir kutsiyet kazandırmıştı bu yapıya. İşte, bazı dönemlerde ortaya çıkıp kendini tanrının yeryüzündeki gölgesi göstermeye çalışanların, itibar kaybına uğradıklarında kolay yoldan sığındıkları sembol, Ayasofya’dır.
Her olgunun, kendi döneminin koşullarında değerlendirilerek açıklanması gerektiğini tarih bize en iyi şekilde öğretmiştir. Konstantinapol, kavimler göçünün ve onun doğal bir sonucu olan fetihlerin hedefindeki en stratejik yurtluktu. O günkü bilinen dünyada Ayasofya ise mimarisiyle birlikte, kışkırtıcı düzeyde herkesin hayranlığını kazanan kutsal bir bünyeydi. Konstantinapol’ü kim fethetmek, Ayasofya’yı kim kutsal mabedi yapmak istemezdi ki! Döneminin yağmacısı, ganimetçisi Muaviye bile Konstantinapol’ün fethi zürriyetine nasip olur temennisiyle “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur” diye hadis uydurmamış mıydı?
Ama Konstantinapol’ü fethetmek, Ayasofya’yı da camiye çevirmek Osmanlı Beyliğinin 7. varisi 2. Mehmet’e nasip oldu. Tarihe Konstantinapol’ün Fatihi olarak geçti. Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın Türk imparatoruydu o artık. Ve o Türk Fatih, bir Bizans İmparatoru olarak da öldü.
Ancak Konstantinapol’ün fethiyle Ortaçağ kapanıp Yeniçağ açılmadı. Daha bunlar olmadan, 1420’den itibaren İtalya’dan ışımaya başlayarak Avrupa’yı aydınlatan Rönesans’tır, Ortaçağı kapatıp Yeniçağı açan. Onun içindir ki bugünkü Avrupa, sanıldığı gibi bir Hıristiyan medeniyeti değil, bir akıl ve bilim medeniyetidir. Fatih de bu yeni medeniyetten beslenmiştir. Belki o günün fetihçiliği gereği, belki de çevresinin baskısı sonucu Ayasofya’yı camiye çevirmiş olabilir fakat İslam’ı bilim ve sanatla buluşturan yönü de var Fatih’in. Öldüğünde, taht kavgasına giren çevresindeki gerici muktedirlerin cesedi kokana kadar onu gömmeyi unutmaları, bu yüzdendir.
Ayasofya’yı inşa eden ve onu kutsal bir mekâna dönüştüren Hıristiyan medeniyeti, Rönesans sayesinde kendisini dinin tahakkümünden, Ortaçağın karanlığından kurtardı. Bundan dolayı Ayasofya bugün, o medeniyetten gelen insanlar için sadece tüm zamanların görkemli bir sanat eseridir, o kadar. İslam ise Ortaçağını yaşamaya devam ediyor. Kapanmış bir dönem olan fetihçiliği, hala dinin kontrolündeki hayatın merkezine çekmeye çalışıyor. Onun için Türkiye’deki gerici iktidarlar, fırsatını buldukça Ayasofya’yı temcit pilavı gibi ikide bir konsolide etmeye çalıştıkları kendi seçmeninin önüne sürüyorlar.
İslam Rönesans’ını Yaşıyor, Tartışma Ondan!
Büyük Türk Devrimini, İslam Rönesans’ının başlangıcı da sayabiliriz. Kurtuluş Savaşıyla bütün mazlum halklara örnek olacak şekilde Türk yurdunu işgalden, Türk milletini esaretten kurtardığı gibi, İslam’ı da Türkiye’de din istismarcılarının elinden kurtarmıştır. Bin beş yüz yıldır içine doldurulan hurafeleri ayıklamıştır. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesiyle Hz. Peygamber dönemindeki kadar net anlaşılmasını sağlamıştır. Laikliği getirmekle de inanç özgürlüğünü yasal güvenceye kavuşturmuştur. Evrensel hukuka olduğu kadar İslam’ın ruhuna da uygun bu tutumuyla, Ayasofya’yı da müze yaparak hak ettiği sıfata ve konuma kavuşturmuştur. Laik Türkiye’nin ve Atatürk’ün, emperyalizmin ve onun uşağı siyasal İslamcılar tarafından, dünyanın her yerinde ve her zaman hedef tahtasına konulmasının nedeni, işte budur.
Atatürk’ün büyüklüğünü ve Cumhuriyetin erdemini bu konudaki öngörüsünden de anlıyoruz ki bu öngörü de diğerleri gibi dünyanın öngörüsünün çok daha ilerisindedir: Zira 1934’de müze yapılan Ayasofya, yanındaki Sultanahmet Camisi ve Topkapı Sarayı ile birlikte 1985’te BM UNESCO teşkilatınca “Dünya Mirası” listesine almıştır. Yani Ayasofya, Sultanahmet ve Topkapı; din, dil, cinsiyet fark etmeksizin tüm insanlığın ortak mirası olarak tescil edilmiştir. Bu, dünyaya mutluluk, Türkiye’ye de ayrıca gurur veren bir durum aslında. Buna rağmen Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi belki AKP’nin köktendinci oylarını kontrol etmesine yarayacaktır lakin Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyetini küçük düşüreceği, itibar kaybına uğratacağı da muhakkaktır.
İkisi De Fatih, İkisi De Akılcı, Neden Yarıştırıyorsunuz Ki?
Unutmayalım ki İstanbul’un bir diğer fatihi de var! O da İstanbul’u, üzerinde güneşin batmadığı İngiliz İmparatorluğunun işgalinden kurtaran Atatürk’tür. 2. Mehmet İstanbul’u alınca kendisini Bizans İmparatoru ilan ederken, Atatürk, İstanbul’la birlikte tüm vatanı işgalden kurtardıktan sonra dünyanın en modern, en çağdaş ulus devleti demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu ilan etti. Türkiye Cumhuriyetini kuran ve vatandaşlık bağıyla ülkesine bağlı olan herkes Türk’tür diyerek, tarih sahnesine kadim bir millet çıkardı. Ve kimi dönem Konstantinapolis, kimi dönem Konstantinople, Osmanlı döneminde de Konstantiniyye denilen İstanbul’a, Cumhuriyeti kurduktan sonra, sekiz bin beş yüz yıl önceki ilk adı olan “İstanbul” adını verdi Atatürk. Dolayısıyla AKP ve yamağı MHP’nin Ayasofya’yla ilgili bu politikasının, Türkiye Cumhuriyetinin hem milli hem de evrensel değerlerini aşındırmaya yönelik bir girişim olduğu apaçık ortadadır.
Ayasofya’da Namaz Kılmak Mı, Tarımda Kendine Yeten Ülke Olmak Mı?
Türkiye’yi yönetemez hale gelen iktidarın, bu kurnazlıkla gündemi değiştirmeye çalıştığını belirtmiştik yukarıda. Oysa biz tarımcılar, yakın bir gelecekte, güvenli gıda temininde ciddi sorunların baş gösterebileceği ihtimalinin çok yüksek olduğunu, bu ihtimalin yaşanmaması için de ülkenin gündemine tarımı taşıyarak, doğru tarım politikalarının bir an önce hayata geçirilmesi gerektiğini ısrarla vurguluyoruz.
Ayasofya müze mi, kilise mi, cami mi olsun tartışması hiç kimsenin olmadığı gibi çiftçinin, hayvan yetiştiricisinin de derdi değildir. İktidar Orta Karadeniz Bölgesindeki çiftçinin yanında olmayınca, fındık ağaçları söküldü. Dünya fındık üretiminin yüzde yetmiş beşi Türkiye’deyken Dünya Fındık Borsası Almanya’nın Frankfurt kentinde kuruldu.
Türklerin vazgeçilmez içeceği olan çayın hammaddesi, Cumhuriyetin tarım politikaları sonucu Doğu Karadeniz Bölgesinde oluşturulan çay plantasyonlarıdır. İktidar Çay-Kur’u çöpe attı, İran’dan gelen çay içiliyor artık, afiyetle. İktidar, Hititlerden beri anavatanı Yozgat stepleri olan mercimeği kuruttu, milletimiz Kanada’nın kuzey kutbuna yakın düzlüklerde yetiştirdiği saman tadındaki mercimeğe talim ediyor. İktidar, buğday ambarı olarak bilinen Konya ovasındaki buğday alanlarını ektirmeyince, Konyalıların kendisi bile Ukrayna buğdayına muhtaç hale geldi.
Türkiye’nin mera hayvancılığı diyarı Kars, Erzurum, Ağrıdır. Avustralya’da, Yeni Zelanda’da yapılandan daha güzel bir hayvancılık vardı buralarda. Meralar ihmal edildikten, Süt Endüstrisi Kurumu kapatıldıktan sonra hayvancılık kendiliğinden bitti; Müslüman Türkiye’de yılda üç milyon ton domuz eti üretilir oldu. Ortadoğu’nun Müslüman Türk halkı AKP’li tüccarların Uruguay’dan getirdikleri dinine ve damağına yabancı Angusları kurbanlık etti.
Vereceğimiz buna benzer nice örnekle ülkemizin dört bir yanını dolaşabiliriz daha! Zira Türkiye AKP iktidarına kadar tarımda kendine yeten, 60-70 civarındaki ülkeye de tarım ürünü satan bir ülke iken, şimdi 130 kadar ülkeden fındık hariç adan zeye tarım ürünlerini ithal eder duruma geldi.
Kabahatin Çoğu Sende Be Kardeşim!
Halka düşman iktidarlar vicdan azabı duymadan, utanmadan, yetkilerini kötüye kullanarak hukuku çiğneyebilir, kul hakkı yiyebilir, halkına zulmedebilirler. Ama bir an önce harekete geçip bu cebri ve melaneti durduracak, iktidar sahiplerini bunları yapmaktan vazgeçirecek, vazgeçiremediği takdirde de onları iktidardan uzaklaştıracak olan, bu haksızlıklara maruz kalan halkın bizatihi kendisidir. Türkiye gibi demokrasiyi içselleştirmiş ülkelerde halkın gücü, her zamanki gibi iradesini yönetime taşıyan seçim sandığındaki demokratik tercihidir.
Bunu bilen iktidar sahipleri, Ayasofya salvolarıyla halkın bu gücünü kırmaya, parçalara bölerek etkisiz kılmaya çalışabilirler. Ama halk buna izin vermemelidir. Bilmeyerek de olsa iktidarın şarlatanlıklarına seyirci kalması halkı masum yapmaz. Bilakis kendisine karşı işlenen zulme kendisini de ortak eder.
AKP iktidarının tarıma ve çiftçiye reva gördüklerini bunca zamandır bu çiftçiler hala görmüyor ve anlamıyorsa; tarımın kötüye gidişinden dolayı pahalılaşarak çekilmez hale gelen bu hayattan dert yanmıyorsa bu halk; yine de kabahatin çoğunu hep AKP iktidarında mı arayacağız be kardeşim?
Bazen bu ülkenin vatandaşı olmaktan, bu ülkede yaşıyor olmaktan utanmıyor, kahır duymuyor değiliz. Ancak hemen silkiniyor ve o düşünceyi kafamızdan silip süpürüyoruz. Bunun yerine, “Ülkemizi bu hale getirenler, bizi insanlığımızdan edenler utansın” diyoruz. Fakat kendimize olan inancımızdan, ülkemize ve halkımıza olan sevgimizden biliyoruz ki, şartlar ne olursa olsun umudumuzu korumak, mücadeleden vazgeçmemek demokratik Cumhuriyete olan namus borcumuzdur. Yine biliyoruz ki sorumluluğumuzun bilincinde olmasak eğer, bu borcu ödememizin imkân ve ihtimali yoktur.