Buğday tarlasında kurşun hasadı
Dün Ortadoğu’nun petrol ve maden tarlaları üzerinde tepinen güç zehirlenmesi yaşayan doğunun oligark filleri ile batının neoliberal filleri, yarattıkları vahşetin çığlığı dinmemişken, tozu dumanı yere inmemişken bugün de atın anavatanı Ukrayna düzlüklerinde tepinmeye başladı. Hedeflerinde her zaman ki gibi yeni pazarlar elde etmek, iktidarlarının ömrünü uzatarak suçluluklarını meşrulaştırmak var.
Bu güç paylaşımından geriye her zaman ki gibi ölüler, bu ölülerin ardından yas tutanlar ve buğday tarlalarını kana bulamaktan sorumlu hırsızlar kalacak! Bu kadar mı; kentlerin köylerin harap oluşu, yoksulluk, ayrılıklar, duygusal kopuşlar, yeni düşmanlıklar…
Halkı için meşru müdafaada bulunarak zafer elde eden yöneticiler, öngörü sahibidirler de. Ülkesini ileriki zamanlarda dahi karşılaşacağı siyasi, askeri, ekonomik güçlüklerden koruyacak sağlam tedbirleri baştan alırlar. Dünyada buna verilecek en iyi örnek, Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Montrö antlaşmasıyla Marmara Denizi, Çanakkale ve İstanbul boğazları gibi Karadeniz’e komşu başka ülkelerin olması sebebiyle uluslararası da sayılan suların geçiş iznini tartışmasız bir şekilde ülkesinin eline verme başarısını göstermiştir. Dünyada başka bir örneği yoktur ki öldükten bir asır sonra bile ülkesini yönetiyor olsun! Bu, yöneticiliğinin siyasi yönü.
Bir de Atatürk’ün yöneticiliğinin tarım ekonomisi tarafına bakalım:
İnsan, düşünen bir varlık olarak keyfine düşkün bir canlı türüdür. Çay ve kahve de yediden yetmişe herkesin tükettiği, dünya durdukça da tüketeceği keyif verici birer tarım ürünüdür. Her ikisi de ülkemizde yetişmiyordu. Dolayısıyla ömür billah bu ürünleri ithal etmeye mecburduk.
Cumhuriyeti kuranlar, kahvenin ülkemiz iklimlerinde yetişmeyen, bundan sonra da yetişmeyecek bir ürün olduğunu biliyorlardı. Peki ya çay?
Araştırmalar sonucu, aşırı meyilli olduğundan diğer tarım ürünleri için hiç de elverişli olmayan Doğu Karadeniz Bölgesinin toprak ve iklim istekleri bakımından çay yetiştiriciliği için biçilmiş kaftan olduğu anlaşıldı. Kısa sürede bölge baştanbaşa bir çay plantasyonuna dönüştürüldü. Sadece iç tüketime yönelik değil dünyanın çay ihtiyacını da bir ölçüde tedarik eder hale geldi Türkiye.
Böylece Cumhuriyetin başında yapılan bu planlama ile ithal kahve keyfi yerine yerli çay keyfi ikame edildi. Ayrıca hem bölge insanı geçim sahibi yapıldı, hem de ülke ekonomisi dış ticaret dengelerinde üstünlük elde etti.
Tabi ki sadece keyif verici bu iki ürünle sınırlı değildi başarıları; tarımda “Kendine yeter bir ülke” bıraktılar bize.
Bıraktılar da ne oldu? Malum, Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başlamasıyla, kuzeyimizde yeni bir Afganistan’ın, yeni bir Suriye’nin perdesi de aralanmış oldu bugünlerde. Bunun bizim siyasetimizle, tarımımızla ilgisi ne diyeceksiniz:
Yirmi yıllık bu iktidar bizi buğdayda ve ayçiçeğinde yüzde doksan Rusya’ya ve Ukrayna’ya bağımlı hale getirdi. Oysa daha düne kadar hububat, yağ ve yem ürünlerinde kendine yeten, kısmen de bu ürünleri ihraç eden bir ülke olmakla övünüyorduk.
Ülkemizin rüzgarı, güneşi ve termal suları kendimize yetecek enerjiyi elde etmeye imkan veren doğal kaynaklarımız. Onlardan yararlanmayı beceremediğimiz için kullandığımız enerjinin en büyük diliminde de Rusya’ya bağımlıyız. Bu, tarım ve enerji ithalatımızla ilgili olan kısmı. Bu iki ülke ile olan ilişkilerimizin bir de ihracat kısmına bakalım:
Turizmdeki kazancımızın ilk iki sırasını Rusya ve Ukrayna’dan gelen turistler oluşturmaktadır. Sebze ve meyve ihracatımızın da ilk sırasında Rusya, sıranın hatırı sayılır bir yerinde de Ukrayna yer almaktadır.
Ancak bu iki ülke ile olan ithalatımız da ihracatımız da risk altında. Hatta birinci sırada onların savaşından olumsuz etkilenecek ülke Türkiye. Çünkü bugün görüyoruz ki o yüz yıllar sonrasını gören yöneticilerin yerini burnunun önünü göremeyenler almış ve bu iki ülke ile olan ilişkilerimizde ülkemizin aleyhine işleyecek bir ortam hazırlamışlar.
Emekli olsalar da ülkemizi Boğazların ve Karadeniz’in hakimi yapan Montrö’yü savunmaktan vazgeçmeyen yurtsever amiralleri yargılayan iktidar, buğdayda ve ayçiçeğinde bizi Rusya’ya, Ukrayna’ya göbekten bağlı kılmakla kalmıyor, bir gece yarısı kararnamesiyle kömüre rastlanabilecek her yerdeki zeytin ağaçlarının kesilmesini emrediyor.
Ülkeye düşmanlık daha nasıl yapılır, bilen varsa lütfen söylesin!
Anlaşılıyor ki siyasi egemenliğini bir kişinin iki dudağı arasına terk eden bir ülke, tarımdaki egemenliğini ve kendine yeterliğini de çoktan kaybetmiş demektir.
Montrö ile Boğazları güvenceye alanlar, kendi halkı insanlık ailesinin saygın bir üyesi olsun diye yaptı. Buğdaya ve ayçiçeğine stratejik ürün muamelesi yapanlar, kendi halkı aç kalmasın, yağsız aş yemesin diye yaptı. Zeytin ağacını korumak için özel kanun çıkaranlar, kendi halkı hem sağlıklı beslensin hem de zeytini, zeytinyağını katma değeri yüksek çeşitli ürünlere dönüştürüp zengin olsun diye yaptı.
Biliyorlardı ki “Geçemezsin” deme hakkını kendine veren başka bir İstanbul, bir Marmara, bir Çanakkale yok. “Buğday ve ayçiçeği başaklarının güneşin altında dans ettiği” başka bir Anadolu, bir Trakya yok. “Tadını ve rengini bin yıllardan alan sıvı altını soframıza koyan” başka bir Ege, bir Akdeniz de olmadığından olsa gerek, bu toprağın insanları beş yüz, bin, iki bin yıllık geçmişin ruhunu bedeninde taşıyarak büyüyen zeytin ağacını kutsal bilir.
Gelinen noktada, daha önce ekilip biçilen ama iktidarın yanlış politikaları ve çiftçiyi desteksiz bırakması sonucu boş bırakılan verimli tarım alanları Bulgaristan’ın yüzölçümünü ikiye katladı. Türk halkı dünyadaki en yüksek enflasyonun altında inim inim inliyor. Zeytinyağını hiç alamıyor. Ayçiçeği yağını çay bardağı ölçüsünde ancak alabiliyor. Ucuz ekmek alabilmek için de zemheri soğuğunda titremesi pahasına uzun kuyruklarda bekliyor. Ülkesini G20 zirvesine taşıyan Türk halkı, bu iktidar döneminde artık kendine değil beşli müteahhit çetesine ve gizli ortaklarına çalışan bir millet oldu.
Bu kafayla gidilen yolun Suriye’ye, Afganistan’a, Ukrayna’ya çıkan yol ile aynı olup olmadığını herhalde zaman gösterecektir!
Bütün bunlar, bir dostun sözünü hatırlatıyor insana: “Geometri kitabını yazanların kurduğu ülkeyi, dört işlemi bilmeyenler yönetiyor”.
…ve kurşun yağıyordu Rusya’nın, Ukrayna’nın buğday ve ayçiçeği tarlalarına. Kurşunu atan da yiyen de biz değildik. Ne buğday tarlaları bizimdi ne de ayçiçeği tarlaları. Ama o kurşunlarla ilk tutuşan yerlerden birisi Türk halkının mutfağıydı. Kurşun yemekten beter olmuşçasına ne söyleyeceğinin ne yapacağının şaşkınlığını yaşayanlarsa ülkemizin iş bilmez, önünü görmez muktedirleriydi.