Bursa’da ‘Seç’ilmiş Bir Köy…
Selam tüm okuyuculara ve doğanın içindeki cevherleri merak eden tüm güzel yüreklere…
Cumartesi günü, günlerdir kapalı olan havanın birden açmasıyla yine kendimizi doğanın içinde bulduk. Bu hafta yine Katırlı dağlarının yamaçlarında bulunan Dışkaya köyünden başladık yol hikayemize… Köy kahvehanesinde önceden aldığımız simitler, açmalar eşliğinde mis gibi çaylarla kahvaltımızı yaptık önce… Sobayı da yakmıştı abimiz, sağolsun. Köyün ahalisinden bir kaç amcamız derin sohbetlerin içindeyken arada, “hoşgeldin” der gibi bize bakarak kafalarını sallamayı da ihmal etmiyorlardı. 5-6 yaşlarındaki minik çaycı yamağı ise çaylarımız bittiği gibi bardakları alıyordu. Ama görevinin bilincinde ve oldukça ciddi bir ifadesi vardı. Bu da ona ayrı bir sevimlilik veriyordu. Her ne kadar o sevimlilikten ziyade esnaf edası çabasında olsa da…
Bir kaç çaydan sonra toparlanıp, vedalaştık ve yola düştük. Çıktığımızda rastladığımız yaşlı teyzeyle selamlaşırken, teyzemiz belli ki uzatmalardaki kıştan çok da memnun değildi. ”Bu karda ne işiniz var burda” dedi. Ne deseydik? İstediği yanıtı vermek istedim; ”Eh işte teyzecim, sen de haklısın, akılsızlık işte” deyince acımış olacak ki konuyu değiştirip kısa bir kaç kelam etti bizimle…
Köyden çıkıp dağ yoluna doğru yürümeye başladık. Karların içinden gitsek de erimeye başladığından suyun içinde gidiyor gibiydik. Hava o kadar güzeldi ki bir süre sonra montlar, devamında hırkalarımızı bile çıkardık. Son kar yürüyüşümüzdü, bu sefer emindik. Yine de Şenol Bey’in dediği gibi, “Belli olmaz bu aralar bunu bir kaç kez dedik ama hala kar arada yokluyordu.” Bu bölgede sıkça büyük ve farklı renklerde kayalara rastlarsınız. Hatta bazen toprak yerine uzun mesafelerce kayaların üstünden yürünür. Kayalıkları da geçince ormanlık alana girdik. Kimi zaman kar, kimi zaman çamurlu yollardan gitsek dahi biz genellikle sohbetin dibine vururuz. Arada da şarkılar türküler…
Ve bazen rehberle iddialaşmalar…
Rehberimiz Vedat, ”Arkadaşlar dik yokuş yok bu parkurda” diye başladığında, ”emin misin” dedim. Halbukiki lafın gelişiydi bu sözüm. Ahh arkadaşım, çok sever iddialaşmayı; ”İddiaya girelim çayına” dedi. ”Tamam” dedim ve en küçük tepeleri bile saydım.
Sonuç; çaylar Vedat’tan…
9-10 km sonra mola için çimenlik güzel bir alan bulduk. Hemen ateş yakıldı. Tarık arkadaşımız bu hafta bize evde hazırladığı etleri şişe takıp pişirdi, hepimize birer dürüm yaptı. Off açık havada da kesinlikle lezzet ikiye katlanıyor. Çaylarımızı, arkamızda Katırlı, önümüzde ise Uludağ’ın muhteşem manzarasında yudumlarken, her hafta olduğu gibi aynı sözler yine döküldü dudaklarımızdan; ”ne iyi yaptık da geldik.”
İyice dinlendikten sonra bitiş noktası olan Seçköy’e doğru yola çıktık. Çamurlu yoldan giderken önümüzdeki izler ise oldukça dikkat çekiciydi. Evet belli ki bir ayı ailesini bilmeden takip ediyorduk. Çünkü izler farklı büyüklükte ayıların ayak izleriydi ve yeni olduğu da aşikârdı. Ama sanırım bizim olduğu kadar, onlar da bizimle karşılaşmak istemedi. İyi ki de istemediler. Zaten şöyle bir gerçek vardır ki; doğadayken dışında olduğu kadar korkmazsınız. İlginçtir ama onlara yakınken kendinizi daha emniyette hissedersiniz. 6-7 km kadar bir yürüyüşten sonra köy görünmüştü. Son zamanlarda tamamıyle betonlaşan köylerin aksine burada bizi kerpiçten evler karşıladı ve bir çoğu hala kullanılır haldeydi. Özellikle köyün girişi tamamiyle bu evlerle dolu sokaktan geçerken, oda ne?
Kuzular türkü korosu!
Kerpiç ahırdan gelen yüzlerce kuzu sesi… Açık olan pencereden baktığımda pamuk yumakları gibi bir çok kuzunun kapıya doğru dönen yüzleri ve heyecanlarını görmek çok ama çok güzeldi. Annelerinin geliş saatleriydi ve belli ki hepsi acıkmıştı.
Biraz ilerde köy kahvehanesi vardı.
Ama bu öyle bildiğiniz kahvehanelerden değildi.
Kahvehanenin kapısının üstünde Atatürk büstü ve içeri girdiğinizde duvarların her karesi atamızın farklı resimleriyle doluydu ve raflarda bir çok eski saat ve hepsi 9’u 5 geçeye ayarlanmıştı. Ne güzel bir sevgiydi, ne riyasız samimi ve içten bir vefa ve hayranlıktı.
Seçköy demişken, ünü dünyaya yayılmış Seçköylü ressam İbrahim Balaban’ı anmadan geçmek vefasızlık olur. İbrahim Balaban, 1921 yılında doğmuş, köyün 3 yıllık okulunda eğitim görmüştür. Babasının bilmeden bir kaç arkadaşına uyup girdiği tütün kaçakçılığı işinden tamamen bihaber, daha 16 yaşında olan İbrahim tutuklanır ve 6 ay ceza alır.
Garibanlık işte, ceza paraya çevrilse de parası olmadığından 3 yıl hapis cezası verir mahkeme… Ama hayat bazen bittiğini sandığın yerden filizlenirmiş.
Hapiste Nazım Hikmet’le tanışır. Nazım, İbrahim’in resim yeteneğini keşfeder ve onu destekler, hatta geliştirmesi içinde yardımcı olur. Tüm bildiklerini öğretir. Ve bir gün köy kahvehanesinde ahali otururken Nazım Hikmet’in bir şiirini dinlerken şaşakalırlar…
İşte sürülen toprak,
İşte insan,
Dağın, taşın, kurdun kuşun efendisi
İşte çarıkları, işte poturunda yamalar
İşte karasaban
İşte sağrılarında, kederli, korkunç oyuklarıyla öküzleri,
On yıl mapusta yattı ama kaybetmedi umudunu Balaban
İşte Seçköyünden Ali’nin kızı geliyor al taylarıyla tarlaya”
(Şair Nazım Hikmet’in Balaban’ın Bahar Tablosu Üstüne şiirinden)
Evet; İbrahim öyle resimler yapar ki, şiir gibi ve büyük ustaya bir çok resmine şiir yazdıracak kadar…
Balaban, Bursa Cezaevi’nden 1950 affıyla çıkar. 1953’te ilk sergisini açar.
1961’de resimlerinden dolayı 6 ay tutuklu kalır. Balaban, 2 binden fazla yağlı boya tablo, 50’den çok sergi açtı ve 12 kitabı yayınlandı. Hatta eserleri tiyatroda sahneye kondu. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneye konan “Aslolan Hayattır” adlı tiyatro oyununda ve “Mavi gözlü dev: Nâzım Hikmet” adlı sinema filminde de “Şair Baba ve Damdakiler” kitabından alıntılar vardır. Yaptığı resimlerden dolayı defalarca yargılandı ama hepsinden aklandı. Sergileri bazı gruplarca basıldı, resimleri parçalandı ama o hep sanatını yapmayı sürdürdü. 2019 yılında öldüğünde ise doğduğu topraklara defnedildi. İbrahim Balaban’ın hayatını kitaplar bile anlatmaya yetmez, o yüzden iki satırda anlatmaya kalkmak haddimiz değil, sadece anmış olalım dedik bu büyük şahsiyeti…
Yani yürüyüşümüzü sonlandırdığımız Seçköy, “öylesine bir yer” diyeceğimiz bir köyden çok öte, öylesine muhteşem ismiyle müsemma, seçilmiş bir köydü…
Araç geldiğinde kahvehanenin o büyülü havasından çıktığımızda son kez bakarken; dış duvarında büyükçe bir saat yine 9’u 5 geçiyordu ve yine duvarında son anda Neyzen Tevfik ismiyle bir şiirin çerçevelenip asılmış olduğunu farkettim.
Her ne kadar bu şiirin kesin Neyzen’e ait olduğu tartışılsa da…
Ne ararsın TANRI ile aramda.
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda..
Başı açığa niye türban sorarsın?
***
Rakı şarap içiyorsam sana ne?
Yoksa kimseye zararım içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye…
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
***
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden.
Dininden de soğuyacak bu millet..
***
İşgaldeki hali sakın unutma!
Atatürk’e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan gene çıkardın amma…
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.
Yüzünüzdeki şiirsellik kaleminize yansıyor .
Yüregine ve ellerine sağlik.
Kalemine sağlık
bir köyün tarihi kültürü ve yaşanmışlıkları bu kadar güzel anlatılabilirdi.hele balabanın köyü oluşu olayı daha bir güzel yapıyor.balaban’ın nazımla yolunun kesişeceği anlatılan öykü ile o günden belliymiş.bu olayı kaleme alıp tarihe not düşmenizi kutluyorum.kaleminize yüreğinize sağlık.