BUZUL ÇAĞI
Yeşilçam’ın “yonca yaprağı-kare as’ı-mahşerin dört atlısı” kadınlar zihinlerimizde unutulmaz imgeler çizerken sinema ilk yıllarında neden tiyatrodan beslenmedi? Söz gelimi oyuncu ALTAN KARINDAŞ neden giremedi o kategoriye?
İlla nüfuzlu bir adamın, bir yönetmenin ya da prodüktörün eşi, uzatmalı sevgilisi mi olmak gerekiyordu? Bu işin raconu bu muydu? Beyazperde yönetmenlerinin vizörü neden kapalıydı tiyatro tabanlı kadınlara? Neden onlar “mahşerin atlıları“ olamıyorlardı? Yeşilçam’ın kurtlar vadisinde aslan payına mazhar olmak için, besin zincirinin en tepesinde duranın partneri olmak mıydı mesele? Yoğun makyaj altında kameraya göz süzmekten başka bir hünere gerek duymadan, play back yaparak, koreografisiz sağa sola sallanan şarkıcıları oynamak için neye sahip olmak gerekirdi? Şans mı? Güzellik mi? Peki ya yetenek? Bizler “mış” gibi yapmaktan öteye gidememiş “artist!”lere beyazperdede hayran hayran bakarken tiyatronun gerçek oyuncuları neredeydi? Şükür ki Sadri Alışık’ı tanımıştık. Tiyatroda racon böyle değil miydi yoksa?
Öyle değildi evet.
Orada emek vardı, gözyaşı vardı; kan, ter, azim, direnç vardı. Her şeyden önce eğitim, kültür ve yetenek vardı. Ama para yoktu! Halkımız tiyatroyu bilsin diye memleketin en ücra köşelerine turneye giden cefakar ve biraz da deli oyuncular ki; bu işi sürdürmek için deli olmak gerekiyordu, işte bu deli oyuncular direniyordu. Tıpkı adı deliye çıkmış Aysel Gürel gibi. Tıpkı halkımız okuma-yazma bilsin diye haritada bile görünmeyen yerlere öğretmen atanan eğitimli şehir çocukları gibi ya da halkımız hurafelerden kurtulsun diye doktor, ebe, hemşire olup yollara düşen Cumhuriyetimizin genç evlatları gibi…
Bu gün hiçbirinin kıymetini bilmediğimiz ya da bile isteye unutturulan Cumhuriyetin evlatları gibi…
Başa dönelim; göz ise göz, endam ise endam, zarafet ise zarafet vardı bu güzel kadında, Altan Karındaş’ta ve kendi sesi ile konuşurdu perdede. Konservatuvarda şan ve oyunculuk eğitimi almıştı. Dans edebiliyor, şarkı söyleyebiliyordu. Ama daha çok bir avuç seyirciye oynuyor, kitlelere ulaşamıyordu. Aklıma gelmişken; Sezer Sezin’i hiç izlediniz mi? Hani o “Şoför Nebahat”ı? O da doğaldı kamera karşısında. Ama olamadılar o yonca yapraklarından. 60’larda Attila İlhan gibi şair yazarlar sayesinde Yeşilçam daha düzgün filmler ortaya koymuştu. Yapımcılar bu işte para olduğunu anlayınca çok fazla riske girmeden senaryoda biraz değişiklik yapıp aynı oyunculara haftada en az bir film çekerek kof yapımlar ortaya koymaya başlamışlardı. Halk perdede sanat değil güzel kadın izlemek istiyordu. Sonra Attila İlhan gibi yazarlar da çekilince, işte o göz süzme sekansları uzadı gitti; tıpkı bugünkü diziler gibi… Hoyrat seyirci sanatı, sanat seyirciyi sığlaştırıyordu. İş seks filmlerine kadar gitti ve bu gün övünebileceğimiz film sayısı, bir elin parmaklarını geçmiyor o yıllardan. Üstelik biz bu dev tiyatro sanatçılarını ve bu güzel kadını da çabucak unuttuk. Belediyenin huzur evinden veda etti hayata Karındaş…
Asırlık çınar gibi…
Kırgındı…
Emeğini öylesine yok sayıyordu ve pişmandı ki; giderken:
“Keşke bir ev kadını olarak yaşasaydım da bu vefasızlığı görmeseydim.” diyordu. Onca emek, onca ustalık, onca bilgi geniş tabanlara ulaşamadan kayboldu gitti.
60’ları, 70’leri bırakın; bu gün Türkiye, o taze Cumhuriyetin ruhundan çok daha uzakta. Sanatın buzul çağından çıkamadık bir türlü. Koca bir aşiretin kara kavruk çocukları gibi iç içe, kavga gürültü; sanattan, bilimden, kitaptan bihaber; yıldızsız gecelerde yatağın bir ucuna ilişmiş korkuyla bekleyen çocuklar gibiyiz. Dört duvarın ardında burnumuzu dışarı çıkarmadan ve neyi beklediğimizi bilmeden yarasalar gibi yaşıyoruz. Cumhuriyetin kusursuz yetiştirdiği yıldızlar birer birer sönerken biz karanlıkta, sırtımız ışığa dönük köstebekler gibi toprağı kazıyoruz zihnen ve bedenen ölmek için.
Yıldızlarda olun sevgili ALTAN KARINDAŞ; bir dahaki gelişinizde “süpernova” olmanız dileği ile…