Cemaat, tarikat, devrim yasaları ve tarım
Türk kökenli toplulukların Sümer’den beri belki Sümer’den de önceki dönemlerden beri Anadolu’yu yurt edinmesi, sonra Orta Asya’daki bir kısım akraba topluluklarını Ön Asya’ya çekmesi tesadüf değil, akla dayalı tarihsel bir hesap işiydi. Zira Anadolu’da birbirinden farklı deniz ve karasal iklimler bir arada hüküm sürmekteydi. Hayvan faunası ve bitki florası çok çeşitliydi. Bulunduğu kuzey yarım küredeki topoğrafik yapısıyla da bereketli hilalin gövdesiydi. Dolayısıyla ebedi bir gıda ambarıydı.
Bütün dinlerin, bütün peygamberlerin bu ve yanı başındaki topraklardan çıkması da tesadüf değildir. Onların çıkışı ise bu semavi dinlerin membaı ve peygamberlerin atası olan Samilerin, bu topraklar üzerindeki ezeli ve ebedi emellerinin bir sonucuydu. Anadolu’nun batısında yer alan ve Haçlı diye bilinen topluluklar da bu topraklar üzerindeki menfaatlerinden kaynaklı beklentilerini, Samilerin emelleriyle birleştirmişti. Tarih boyunca hedefleri, Türkleri buradan uzaklaştırarak ya da etkisiz kılarak Ön Asya’nın deniz ile karasal kaynaklarından ve stratejik konumundan yararlanmaktı.
Yirminci yüz yıla kadar imparatorluklar ve fetihler çağıydı. Türkler de en alasından cihan imparatorlukları kurup geniş toprakları fethedebiliyorlardı o zamana kadar. Haçlılar ve Siyonistler Türklerin bu yayılmacılığının önüne ancak din ile geçebileceklerini keşfettiler. Onları içeriden fethedip imparatorluklarını yıkmak üzere cemaatleri ve tarikatları peydahladılar. İşte cemaatlerin ve tarikatların devletin işleyişine sirayet ederek onu ele geçirmesi, Selçuklunun da Osmanlının da sonu oldu. Mareşal Fevzi Çakmak boşuna, “Cemaat ve tarikatlar, Haçlıların Anadolu’daki ileri karakollarıydı” demedi!
Atatürk’ün önderliğinde laik Cumhuriyeti kuran kadro bu gerçekleri gözeterek Devrim Yasalarını çıkardı. Türkiye Cumhuriyetini kendisi yapan da Devrim Yasalarıdır. Bu yasalar sayesinde tekke ve zaviyeler kapatıldı, asalaklar gibi halkın sırtından geçinen cemaat ve tarikat yapılanmaları yasaklandı. Ancak aynı odaklar, Atatürk’ün ölümünden sonra bu kez karşı devrim sürecini başlattı. Devrim Yasalarının ortadan kaldırdığı çağ dışılığı geri getirmek için Türkiye’de iktidara getirdikleri işbirlikçi hükümetler, Devrim Yasalarını uygulamaktan imtina etti. Dolayısıyla hayatın her alanında, Selçuklu ve Osmanlı monarşisindeki gibi cemaat ve tarikatların cirit attığı döneme yeniden dönüş yapıldı. Amaç hep aynı; Türk halkını Anadolu’dan atamayacaklarsa bari cemaat ve tarikatlar marifetiyle yozlaştırarak köleleştirmek ve kaynaklarını sömürmek!
Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin en büyük düşmanı cemaat ve tarikatlardır. Buna rağmen mensupları halka halka genişlemekte ve çoğalmaktadırlar. Liyakatsiz de olsalar her alanda ve her düzeyde devlet kadrolarına yerleşmişlerdir. Devletin gücünü kullanan iktidarların eliyle ülkenin sermaye sınıfı haline getirilmişlerdir. Aristokrasisi olmayan Türkiye’de bu mensuplar, emperyalizmin ve yerli işbirlikçisi iktidarların beslemesi olduklarından israfçı, kibirli, görgüsüz, milli duygu ve düşünceden yoksundurlar. Dolayısıyla demokratik burjuvazinin tersine köksüzdürler, yerli ve milli değildirler.
Türkiye hep batıdaki kurtların sofrasında paylaşılmaya çalışıldığı için batı kapitalizmi sağcı, solcu ve etnik ayrıştırmalardan sonra Sovyet komünizmine bir bariyer çekmek üzere bunlara Yeşil Kuşak Projesi adıyla bu cemaat ve tarikat mensupları örgütlenmesini de eklemişti. Sovyetler Birliği dağılınca bu soğuk savaş artığı cemaat ve tarikatlar devleşen birer menfaat şebekesine dönüştü, bu yetmedi devleti tümüyle ele geçirmek amacıyla sinsice iktidar ortağı oldular. Ortak oldukları bu süreçte ülkeyi tam da ağa babalarının istedikleri kıvama getirdiler: Türkiye şu anda her alanda ve her konuda dünyanın yönetilemeyen, önünü göremeyen en riskli ülkesi durumundadır.
Tarımı bu risk sarmalından ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Cemaat ve tarikatlar ülkemizi tarımıyla birlikte yıkıma götürmektedir. Onun için böylesine geniş bir ön bilgiye yer verdik. Şimdi bu mensupların tarımımıza olan etkisine bir göz atalım:
Türkiye kıyamete kadar bir tarım ülkesidir. Endüstriyel ve bilişim teknolojilerindeki ilerlemesinde de tarım asla bir engel teşkil etmez, bilakis onu destekleyici mahiyettedir. Devrim yasaları uygulanırken Türkiye tarımda kendine yetmekle kalmayıp tarıma dayalı sanayisini kuran, büyümesini ve gelişmesini genelde tarımdaki üretimi ve ihracatıyla yapan dünyanın en saygın ülkesiydi. Ne zaman ki cemaatler ve tarikatlar toplumun en muteber kesimi ve iktidarların da ortakları oldu, işte o zaman içeride ve dışarıdan içeriye demografik dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümden tarım da payını aldı. Tarımın yapıldığı kırsal alanlar nüfustan arındırıldı. Ülkede sosyal çözülme ve ayrışma, toplumsal ve bireysel çürüme, hükümetlerin iktidarsızlığı ve devletin yönetilememesi baş gösterdi.
Bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Bilindiği gibi cemaat ve tarikat mensupları toplumun sırtından geçinen tufeylilerdir. Üretmeden tüketirler. Elbette kamuda ve özel sektörde mevki ve makam sahibidirler. Ama oralara hak ettikleri için değil; yandaş kayırmacılığı, nepotizm, sınav sorularının çalınması ve kişiye özel sınav yapmak gibi ahlak ve hukuk dışı düzeysiz yöntemlerle kendilerini oralara getirenlerin menfaatlerini korumak için oradadırlar ve orada iktidar mensuplarıyla birlikte tufeylidirler. Çünkü devlet din istismarıyla ele geçirilmiştir. Kamu kurumları ve belediyeler her statüde bu liyakatsiz mensuplarla doldurulmuştur. Özel sektör ha keza, o da devletin imkânlarıyla palazlandırıldığı için buradaki istihdamlar da aynı kafa ile organize edilmiştir. Bunların amacı devletin veya milletin bekası değil, şahsi menfaatleridir.
Cemaat ve tarikat yapılanmaları genellikle kentlerde vücut bulmuştur. Türkiye’de tarım bilinçli olarak olması gerektiği gibi desteklenmediği için kırsal kesimde yaşayan çiftçi ailelerine tarımdan el çektirilerek kent varoşlarına akıtıldı. Sadece tarımda değil, inşaat hariç hiçbir sektörde yatırım yapılmadığından kentlere gelen çiftçi ve çoban kesimi de çoğalmakta olan işsizler ordusunun içinde buldu kendini. Yoksullaştırılmışlardı. Sahipsizdiler, çaresizdiler. Bunların önemli bir kısmı, köydeki okulları kapatılan çocuklarıyla birlikte cemaat ve tarikatların önüne atıldı.
Adı geçmişken inşaatla ilgili tek şey söylenebilir: Bir memleket sadece inşaata yapılan yatırımlarla kısa süreliğine bir büyüme gösterebilir, lakin bu aldatıcıdır. Ancak bir memleketi batırmak amacıyla bu yola başvurulabilir. Bugünkü Türkiye bu konuda dünya ölçeğinde verilebilecek en güzel örnektir.
Eskide, köylerde yaşayanlar memleketi beslerdi. Şimdi ise fakirlikten ve tarımın yok edilmesinden ötürü kendilerini beslemekten acizler. Hepsi olmasa da önemli bir kısmı günlük tükettiği bitkisel ve hayvansal ürünleri, varsa köyün bakkalından, yoksa da kentlerdeki mensupların marketlerinden temin etmektedir. Bu ülkenin gariban çiftçisinin üretip de yoksul halkıyla birlikte yiyemediği gıda maddeleri, erzaklar halinde cemaat ve tarikatlara ait merkezlerin, derneklerin, işyerlerinin depolarında itinayla istiflenmektedir. Yetmezse ithal edilenlerden takviye yapılmaktadır. Sadece bayramda, seyranda da değil, tüm zamanlarda mensuplarının ikametgâhlarına erzak transferi yapılıyorsa eğer, yoksul ve yalnız ülkemin sahipsiz kalmış milleti ile bu milletin tükenmekte olan kuruşlarıyla ayakta kalan yardım kuruluşları sağ olsun!
Cemaat ve tarikatlarla işbirliği halinde olan hükümetler ülkemizi tarımda ithalata bağımlı hale getirdi. Yani atalarının kıyamete kadar bir gıda ambarı olarak miras bıraktığı bereketli Anadolu toprakları üzerinde yaşayan bir millet, yiyeceğini dışarıdan satın alır hale getirildi. Ayrıca tarım ürünlerinde dış alımı yapan, ülke içindeki gıda pazarlama zincirlerini ve marketlerini elinde tutan da nedense genellikle iktidara yakın olan bu mensuplar arasındaki tüccarlardır hep.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurumsal kimliğini gün geçtikçe yitirmekte ve gün geçtikçe yitirilen bu boşluklara dört yüz kolu olan otuz cemaat ve tarikat ahtapotlar gibi yerleşmektedir. Ve kendisine kurulan akıl almaz kumpaslarla hipnotize olmuş milletimiz de bütün bu yaşananları sanal bir seyirlikmiş gibi izliyor!
Büyük Atatürk; “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar” der. İşte Türkiye bugün tam da bu sözün öneminin anlaşılması gerektiği noktaya gelmiştir. Bugün anlaşılmazsa, yarın çok geç olabilir.
Atamızın dediklerine inanmak ve onun yüz yıl öncesinden bugünleri görürcesine söylediklerini dikkate almak zorundayız.
Demeliyiz ki; “Softa sınıfın din simsarlığına izin vermeyeceğiz. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. Onun için buna müsaade etmeyeceğiz.”
Demeliyiz ki; “Türkiye artık din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyunlar varsa, kendilerine başka tarafta sahne bulsunlar.”
Ve diyoruz ki; Devrim Kanunları uygulansın. Uygulansın ki Türkiye tarımda dışa bağımlı olmaktan kurtulsun. Herkes üretime katılsın. Kimse halkı köleleştirmesin. Kimse halkı din ile aldatıp sırtından geçinmesin.