Damat Ferit’ten Alinur Aktaş’a Cumhuriyet’e ihanetin kısa tarihçesi…
Amerika 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nü, tüm eyaletlerde iki gün süren birbirinden görkemli etkinliklerle kutlar.
Bağımsızlık günü bu ülkedeki tüm Amerikan vatandaşlarını ilgilendirir.
Her yıl, bu etkinliklerde sadece havai fişek gösterileri için yaklaşık 800 milyon dolar harcanmaktadır.
Ki onlar dünyanın dört bir tarafından toplanmış, dili, dini, rengi birbirine benzemez insan topluluğudur.
Ama ister çekik gözlü, ister siyahi olsun marjinal gruplar dışında hiç birinden ‘4 Temmuz beni ilgilendirmiyor’ şeklinde bir söz duyamazsınız.
***
Fildişi Sahili her yıl 7 Ağustos’u Fransız sömürgesi olmaktan kurtulmanın yıl dönümü olarak kutlar.
***
Azerbaycan, 1991 yılında Sovyet zulmünden kurtulmanın ve bağımsız bir devlet olmanın sevincini, yine her yıl Ekim ayının 18’inde kutlar…
Ve bu liste uzar gider.
Her bağımsız devletin, bir bağımsızlık günü vardır.
Tıpkı 30 Ağustos 1922’de başlayan büyük taarruzun, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ile noktalanması gibi.
***
Tarih 25 Mart 2015, Yunanistan bağımsızlık günü törenleri sırasında Euronews’in mikrofon uzattığı bir kadın şöyle diyordu; “Atalarımızdan ilham almalıyız. Onlar bizim için öldü. Bu gibi etkinlikleri desteklemeliyiz.”
Tarih 19 Temmuz 2019, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, Belediye Meclisi’nde 30 Ağustos günü toplu taşıma araçlarının ücretsiz olması yönündeki bir önerge ile ilgili şöyle diyordu; ‘’30 Ağustos, halkın genelini ilgilendiren bir bayram değildir.’’
***
8 Temmuz 1920’de Bursa’yı işgal edip, Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek “Kalk ey koca sarıklı, koca Osman! Kalk da torunlarının halini gör! Kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim!’’ diyen Yunan Ordusu Başkomutanı Sofokles’e bir mikrofon uzatıp; “Hayatınızda unutmak istediğiniz bir dönem var mı?” diye sorulabilse, herhalde 30 Ağustos 1922 ile 9 Eylül 1922 tarihleri arasını söylerdi.
Yunan ordusunun mağlup başkumandanı Sofokles ile Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın benzer duyguları paylaşması ne acı…
Evet, gerçekten çok acı ama şaşırtıcı değil.
Zira biz bu örümcekli kafa ile ilk defa karşılaşıyor değiliz.
Bu kafa önce, İngiliz işgal kuvvetlerine uşaklık eden Damat Ferit olarak çıktı karşımıza.
Kuva-i Milliyecileri vatanı bölmekle suçlayan, kafir ilan edip, katli vaciptir diyen fetvaları, İngiliz uçakları tarafından tüm Anadolu’ya dağıtılan Şeyhülislam Mustafa Sabri, Şeyhülislam Dürrizade Seyyid Abdullah Efendi veya İskilipli Atıf Hoca olarak…
Yıllar sonra ‘’İskilipli Atıf’’ın ismini hir hastaneye, “Mustafa Sabri” ismini imam hatip lisesine veren zihniyet olarak gördük onu.
Ve devamında, kamuoyu tepkisi nedeniyle bu okulun isminin değiştirilmesini kınayan, “Tabela iner ama yüreklerden ve zihinlerden saygınlığı asla inmez” diyen Memur-Sen Genel Başkanı olarak…
Sonra, 23 Aralık 1930 günü, İzmir’in Menemen ilçesinde, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı “şeriat isteriz” naraları ile katleden it sürüsü olarak gördük onu.
Hiç unutturmadı kendini, kimi zaman Sivas’ta, Madımak otelinin önünde, 33 insanımızı yakarken gördük onu, kimi zaman Eskişehir’de gencecik bir üniversite öğrencisi, Ali İsmail Korkmaz’ı döverek öldürürken…
Bazan başına bir Yunan fesi geçirip, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen bir vatan haini olarak çıktı karşımıza bu kafa.
Bazan, “Atatürk’e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin” diyen hainin cenazesinde saf tutarken.
Bir dönem her milli bayramda hastalanan devlet büyükleri olarak üzdü bizi.
Bir başka tarihte Türkiye Cumhuriyeti’ni reklam arasına benzeten cahil bir zavallı olarak…
Ya da olana bitene ses çıkarmayan sözde milliyetçi dilsiz şeytanlar olarak…
***
Cumhuriyetin aydınlığından nasibini almamış zavallılar.
Kabullenemedikleri şey Osmanlı’nın çöküşü değildi aslında. Onlar İngiliz himayesinde kukla bir hilafete dünden razı idiler.
Kabullenemedikleri şey padişah efendilerine rağmen, vatan haini şeyhülislamların fetvalarına rağmen, İngiltere’ye rağmen, İtalya’ya, Fransa’ya rağmen, nasıl olup da bir avuç çılgın Türk’ün bu mücadeleyi zaferle neticelendirdiği idi.
Kabullenemedikleri şey köylü Mehmet’in, Ahmet’in, padişah efendilerine kul olmaktan çıkıp, onurlu bir birey olması, “…ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” Türk kadınının toplumsal hayatın içinde, Türk’e yakışır şekilde yer alması idi.
İşte bu nedenledir, durup durup öykünmeleri.