Enes’in ilk ve son çığlığı…
Selam olsun tüm okuyuculara ve selam olsun, ‘Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim.’ diyen Ahmed Arif gibi Arif olmuş yüreklere…
Evlat ne de tatlı bir hediyedir bize verilmiş olan… Her baktıkça bir parça görürüz kendimizden. Kimisine göre neslinin gurur veren devamı, kimine göre ebeveynliği tattıran mutluluk, kimine göre yaşlılığında yalnız bırakmayacak zenginlik, kimine göre ise şu hayat yolculuğunda olması gereken önemli varlık… Fakat kimine göre tüm bunların ötesinde, onu hamur gibi şekillendirerek kaderini çizmesi gereken bir nesnedir evlat. Hani çömlek yapmak gibi… Dışına desenler, kulplu mu kulpsuz mu, küp şeklimde mi yoksa farklı bir şey mi denesem…
Abartmıyorum…
İnan’ın hatta bunun daha ötesi bile var. Doğan Cüceloğlu bir sohbetinde şöyle demişti: ”Bırakın çıksın sandalyeye tek başına, müdahale etmeyin. Düşecekse düşsün. Bir dahakine düşmemesi için nasıl çıkması gerektiğini bilecektir” bizim ebeveyn olarak yapacağımız, en fazla sandalyenin kenarlarına minderler koymak olmalı, düşerken canı çok acımasın diye ve gözlemlemek o kadar…
Fakat yok öyle!
Biz ne yapıyoruz? Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz! Biz basketi mi seviyoruz, onun futbolu sevmesinin önemi yok! Onu istemese de o spora yönlendiriyoruz. Daha ilkokuldan başlayarak hangi liseye, hangi üniversiteye gitmesine de biz karar veriyoruz. Yok şu romanda neyin nesi, ne faydası olacak? Onun yerine iki test daha çöz. Ama iş Türkçe netlerine gelince, niye kitap okumuyorsun? Hemen başla! Netlerini yükselt. Sabah okul, öğleden sonra kurs, akşam eve geldiğinde tek sohbet yeri belki yemek saati. O da genellikle, ‘Çabuk ye! Oyalanma! Dersini çalış ve uyu!’ Bir saat sonra internetin başında oyun oynarken veya telefonla mesajlaşırken yakaladığımızda ise kızılca kıyamet…
Bütün yaptığımız masrafların, bizce fedakarlıkların dökumanını tokat gibi yüzlerine çarpıyoruz. Biz çok iyi ebeveynleriz, evet… Haaa bir kısım ebeveynler var ki bu konuda bir tık üstte neyse ki… Çocuk gitgide içine kapandığında veya hırçınlaştığında, fark edip psikoloğa götürüyor ve kendisiyle de gurur duyuyor. Peki şöyle olsa; çocuğa aslolanın onun mutluluğunu düşündüğümüzü hissettirebilsek, onunla tek sohbet bağımızın derslerden önce, hayatta gündelik yaşamla ilgili sıradan konuları konuşabilsek. ‘Bu gün günün nasıl geçti’ desek mesela… Hoşlandığı kız arkadaşını anlatsa bize oğlumuz veya sıkılmadan anlatabilse kızımız beğendiği erkek arkadaşını, dinlediği müzik bize ses kalabalığı da gelse, onunla oturup dinleyebilsek, hatta beraber dans etsek eminim bize de iyi gelecektir. Sonra o sevmediği dersleri konuşsak, o istemediği zorla dayattığımız, ilgilenmek istemediği ilgi alanlarını… dinlesek ama kestirmeden ‘zorundasın’ demesek… haklı yönlerini anlayabilsek. Toplumun bize dayattıklarını, onlara dayatmasak… Şu fakülte olmalı, vakitlerini şöyle değerlendirmeli sonrada şunun gibi biriyle evlenmeli…
Peki bunların hepsi düşünüldüğünde veya daha çeşitlendirebileceğimiz bir çok detay gözden geçirildiğinde, bizim için önemli olan, mutlu yetişkinler yetiştirmek mi? Yoksa toplumda bize, ‘helal olsun nasıl bir evlat yetiştirmiş, nasıl bir fakülteye göndermiş’ deyip sırtımızın sıvazlanması mı?
Tabi ki tüm bunların yanında tek suçu ebeveynlere atmakta, meseleyi fazlasıyla yavan bırakır. Eğitim sisteminde yıllardır süren gitgeller, değişen müfredat, sınav sistemi de sebep. Çocuklar iyi bir liseye gitmesi için 9-10 yaşlarında hazırlanmaya başlıyor. Çünkü kazanmazsa en yakın imam-hatip veya meslek liselerine gitmek zorunda. Eveeet sorun da bu noktada başlıyor işte. Zorunlulukla yapılan bir işte verim almak hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Önceden bu belirtilen okullara öğrenciler kendi isteğiyle imam veya hatip olmak veya meslek liselerine yine kendi istekleriyle ilgi duyduğu mesleği öğrenip bitirdikten sonra o alanda devam etmek için giderdi. İyi ustalar çıkardı o liselerden, şu an sanayi alanlarında kalifiyeli eleman sıkıntısından kapanan işletmeler var, imam hatip liselerinde ise deizm gün geçtikçe arttığı, araştırmalar neticesinde biliniyor. Demek ki neymiş; kazanamayan çocukların zorunlu olarak gittiği bu okullar, bu sistem sebebiyle kalitesini maalesef kaybetmek durumunda kalmıştır. Gelelim diğer okullara. Lise sınav sistemine ilk başlandığı yıllarda,ciddi bir verim görülmekteydi. Fen lisesi ayarında, belli sayıda Anadolu liseleri vardı ve bu okullar eğitimin hakkını veriyordu. İşinin ehli öğretmenler, iyi seviyede dil eğitimi ve güzel başarılara şahit oluyorduk.
Ama zaman içinde bu sistem de değişti.
Tüm liseler Anadolu lisesi adı altında toplandı, bazı fen liselerine imam hatip liselerinden öğretmen atamaları gerçekleşti hatta idari kadroya dahi. Fen projeleri yerine farklı konular öncelikli oldu.
Anadolu liselerinin çoğunda bırakın iyi yabancı dili, Türkçe ders başarısı bile diplere vurdu. Her şey birbirine karıştı ve sonuçta nihayet eğitimde eşitlik sağlandı! Eğitim kalitesi nerdeyse eşitlendi! Ezber, sınava dayalı, çokça başıboş bir sistem ve kazanmazsan bittin diyeceğimiz bir üniversite sınavı telaşıyla veliler ve öğrenciler habire duvara toslamaya başladı. Eeee bu durumda ne ebeveyn çocuk ilişkisi kaldı, ne aile kavramı, ne de ideallerindeki meslekler…
Özel liseler ve özel üniversitelerin yaygınlaşması ise tüm bunlara tuz biber ekti. Haksızca verilen lise notları üniversite sınavlarında 1-0 önde başlattı kimilerini, üniversiteye girişte ise alt puanlarla binlerce hukukçu mühendis vs gibi özel üniversitelere girdi kimileri, bu çok özel okullardan…
İş konusuna, üniversiteli işsizler konusuna ise hiç girmiyorum.
Ve şunu da birileri nedense düşünmedi: Her şey denendi. Alfabenin tüm harfler serisiyle sınav sistemini değiştirdik.
SBS, LGS, OKS… vs.
Madem artık okullar arasında başarı düzeyi de neredeyse aynı seviyeye indi. Lise giriş sınavlarının da bir esprisi kalmadı. Lise sınavları kalksın. Öğrenciler en azından üniversite sınavına kadar biraz çocukluklarını yaşasınlar. İlgi alanlarına, yeteneklerine zaman ayırsınlar. Kaldı ki bu sınavların hem devlete, hem velilere de ekonomik anlamda da büyük bir külfeti var. Bu anlamda da bir rahatlama olacaktır. Gerçekten kalitesini başarısını bozmamış bir kaç lise dışında, yani eskiden olduğu gibi lise sınavları kaldırılmalı diye neden kimse demiyor.
Üstelik her şey aleni ortadayken…
Hem bu şekilde meslek liselerinin de değerinin, gerekliliğinin yükselme ihtimali olacaktır. Ve en önemlisi çocuklarımızın mutlu olmak içinde zamanları olacaktır.
Evet eğitimde yaşanan bunca kaos arasında, ailesi tarafından bile sınav için yalnızlaştırılmış, oyun oynayamamış, hayal kurmasına izin dahi verilmemiş, ne istediği bile sorulmamış söylemeye cesaret edememiş, ölümün kıyısında olduğu bile fark edilmemiş 20 yaşındaki masum bir çocuktu Enes Kara. İçimizi yakan çığlıklarını ancak gidişinden sonra duyabildiğimiz… O hep babasını memnun etmek için çabalamıştı. İstemediği bir bölüm için bile milyonlarca kişinin arasından ilk 5 binlere girmeyi başaran çok zeki bir çocuktu ayrıca. Lise hayatı boyunca tek ümidi üniversiteye gittiğinde babasının baskılarından kurtulabileceğiydi.
Fakat öyle olmadı maalesef…
Babasına onun istediği bölümü kazanması yetmemişti. Onun istediği cemaat yurdunda da kalmak zorundaydı. ‘Bu yurtlar kapanmamış mıydı?’ diye soruyorum kendime ve hala eğitimin neden parçası olmaya devam ediyorlar. Eğitime katkıları ve eğitimle ilgili bir donanımları olsa, üniversite öğrencilerinin barınmak için kaldıkları bu yerlerde dini eğitime bu kadar zaman ayırırlar mı? Veya zorunlu tutarlar mı? Bilenler bilir tıp fakültesini okumak, kazanmaktan çok daha zordur. Tek sınav için binlerce sayfa, binlerce Latince kelime ve tüm bunları pratikteki yorumlarınızla sınavlarda aktarmak zorundasındır. Ama gittiği yurdun kuralları da bir o kadar zordu. Ders çalışmaya zaman bulamıyordu nerdeyse, birini yapsa diğer taraf eksik kalıyordu ve bunu babasına ifade etmeye bile korkuyordu Enes…
Kaldı ki ölüme adım adım giderken bile söyleyemedi. O daha bıyıkları yeni terlemiş bir gençti.
Arkadaşlarıyla vakit geçireceği, çimenlerde yuvarlanacağı, aşık olacağı, kahkahalarla güleceği yaştayken, o bütün yaşam sevincinin kaybolduğunu söylüyordu çektiği video kaydında…
İşin daha acı tarafı babasının öldükten sonra bile oğluna hak vermeyişi, anlayamayışı ve hala kendinin doğru ebeveyn olduğuyla anlamlandıracağımız cümleleriydi.
Halbuki hiç kimsenin yaşamasını dileyemeyeceğimiz bir acıyı, evlat acısını yaşamıştı.
Ve bizler, hepimiz çocuklarımız için en iyisini yapmak isteriz, yapmalıyız da…
Fakat onların farklı bireyler olduğunu, özgür olması gereken ruhlarına kilit vurma hakkımızın olmadığını da bilmeliyiz.
Onlar biz gibi olmak zorunda değiller, zaten olmasınlar da…
Onların bizden daha akıllı, daha bilinçli, daha aydın fikirli olması gerekmez mi?
Onların yollarını çizen olmak değil, bizim görevimiz yoldaki hendekleri, virajları anlatmak ve hayatlarının kaptanlığını yapmalarına izin vermek olmalı.
En başta mutlu insan olmalarını istemek, desteklemek ve çabalamak ise sanırım asıl ebeveynlik…
Sevgi ve umutla…