Gıda ambarı mı, konut mezarlığı mı?
Adem’in Kabil ile Habil adında iki oğlu vardı. İşledikleri toprağı aralarında bölüşemeyince kavgaya tutuştular; Kabil, Habil’i öldürdü.
Ne yapacağını bilmez bir halde uzun süre düşünen Kabil, biraz ötede bir saksağanın, ölmüş bir türdeşini eşelediği toprağa gömdüğünü ve bu ölüm karşısında son derece elemli olduğunu gördü.
Kabil de bir yandan müteveffa Habil’i toprağa verdi, bir yandan da onun ölümüne üzüldü.
Bugüne kadar dünyayı etkisi altına alan bu trajik öykü, Ortadoğu’da hayata gözlerini açmış İsmail, İshak, İsa ile hepsi Sami olan çocuklarının hikayesidir. Dünyayı sahiplenme güdüsüyle insanın insana hükmetmesini, hükmedemeyince de onu öldürmesini kendine ilke edinen bu muktedirler, bu hikayeyi o güdülere alet etme fikrini ve fiilini dünyanın her yerine yaydı.
Bununla, ölmeyi ve öldürmeyi Tanrı adına kutsadılar. İnsanın yaşatılmasını ve insanca yaşamasını kendinden başka herkes için lanetli kıldılar. Ölümün kutsanması, insanı insan eden değerlerle insanın hak ettiği iyi ve güzel yaşamı, tümüyle önemsizleştirdi.
Bu bakış açısı, insan emeğinin sömürülmesini amaçlayanların bakış açısıyla birleşince, her konuda adaletsizliğin, istismarın, savaşın, ölümün, kaygının kol gezdiği yaşanmaz hale getirilen kirli bir dünyada buldu kendini insanlık.
Her ne hikmetse saksağanın sergilediği elem duyma ve gömme ritüelinden irfan alan bu hikayenin pazarlamacıları, saksağanın huzur ve güven içinde yaşayacağı yuvasını nasıl inşa ettiğinden ve hem bulunduğu doğa ve çevre ile hem de kendi türü ve diğer türlerle barışık bir yaşam sürdüğü konusunda bir hikaye yazamamışlardır!
Peki, “Şerefli varlık” deyip her bakımdan istismara uğrattıkları insan soyu için, neden saksağanın bu yönüyle ilgili de bir hikaye yazmadılar acaba?
İnsan evladının “Kendi geçmiş zamanının izinde gitmek” gibi bitmeyen bir arzusu vardır. Türk Milleti olarak, bu konuda Samilerin söylediği gibi saksağandan ilham almak yerine, neden Orta Asya’dan Küçük Asya’ya atalarımızın on binlerce yılda insan türünü Adem yapan birikiminden yararlanarak, kendimize Ademce bir yaşam alanı ve bir yaşam biçimi oluşturamıyoruz bir türlü?
İyi ki bütün dünyada bu maddi ve manevi istismara, “Temiz ve sağlıklı bir çevrede onurlu bir şekilde karnı tok yaşamak insanın temel hakkıdır” diyen erdemlice bir değer engel olmaktadır. Aklın ve erdemin eseri olan Türkiye Cumhuriyeti de kulluktan çıkarıp eşit yurttaş yaptığı vatandaşlarının, insani gelişmişliği yüksek medeni standartlara sahip kentlerde ve köylerde yaşamasını, ayrıca milli irade dışında dünyevi veya uhrevi hiçbir güce boyun eğmemesini yasal güvenceye almıştı.
Ancak her ne şekilde olursa olsun gücü ele geçirenler, doğrudan veya dolaylı yoldan bu engeli aşmaya çalışıyorlar.
Cumhurbaşkanımız sayın Erdoğan, inadına, İstanbul’da Boğaza paralel bir kanal açacağını söylüyor. Oysa İstanbul, Türkiye nüfusunun beşte birinden fazlasını barındıran, ekonominin de yarısından fazlasını finanse eden, eşsiz tarihsel ve kültürel müktesebatı olan bir dünya kentidir. Bireysel veya kurumsal her düzeyde ve her kesimden insanlar, kanalın, İstanbul’un bu özgünlüğünü telafisi asla mümkün olmayacak bir yıkıma uğratacağını rapor etmektedirler. Sadece beşeri açıdan da değil, kanalın yapılacağı yerin fiziki yapısıyla uyumlu bir proje olmadığını da belirtiyorlar.
Ayrıca hafıza sahibi herkes biliyor ki sayın Erdoğan, ‘başbakanlık ofisi yapıyoruz’ demişti; SİT alanı Atatürk Orman Çiftliğine tarihte görülmemiş bir israf olan dünyanın en haşmetli sarayı yapıldı. Karadeniz bölgesinde yerleşim yerlerine yol götürüyoruz demişti; HES’lerden geçilmiyor, bütün dereler kurudu, bölgede deniz iklimi karasal iklime dönüştü neredeyse.
Dolayısıyla kanal inadının da hayra alamet bir girişim olmadığını aklı başında herkes bildiğinden, aynı oyuna gelmemek için bu inada karşı olan bir akılla direniyorlar.
Allah göstermesin bu kanalın yapılması halinde; birkaç hastane, otoyol, köprü, havaalanı yüzünden Türkiye’nin 25-30 yıllık geleceği ipotek edildi; kanal yüzünden Türkiye’nin başının sonsuza kadar derde girmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?
Bir düşünün:
Deprem kırığı üstünde olan İstanbul’un deprem riskinin katlandığını..! Kesintisiz şekilde heyelanların olduğunu..! Kanal güzergahında İstanbul’un tümü kadar olmasa da en az Anadolu veya Avrupa yakasından biri kadar yapılaşmanın olduğunu..!
Arap ülkelerinin televizyonlarında sabahtan akşama kadar reklamı yapıldığına göre, bu kanalın uluslararası bir yıkım projesi olduğunu anlamak gerekir: Başta Katarlılar olmak üzere, din kardeşi sıfatıyla Asya’dan, Afrika’dan, Ortadoğu’dan ipini koparanın gelip oraya konuşlandığını, Montrö Boğazlar Sözleşmesi boşa düşeceğinden Türkiye’nin egemenlik haklarının zedelendiğini düşünün..!
Ayrıca her fırsatta ekümenikliğini dile getiren ve Bizans’tan beri merkezini İstanbul olarak seçmiş bulunan Doğu Ortodoks Kilisesi, Türkiye’nin egemenlik hakkına tehdit oluşturma potansiyelini her zaman içinde taşımaktadır.
Bu kadar da değil:
Bölgenin iklimi çölleşmeden yana tümüyle değişecektir. Araplar alışkın olabilir, onlarda milli duygu ve vatan mefhumu da yok gibi ama bizde “Ağaçsız toprak vatan değildir” diyecek kadar üzerinde yaşamaya değer bir vatan özlemi olduğu için öyle bir iklimde yaşayamayız. Üstelik Arapların petrolü var; kanal boyundaki malikanelerinde yan gelip yatarak yaşayacaklardır. Ama Türkiye her bakımdan krizde; kanal inadıyla birlikte bugünkü krizin daha da derinleştiğini, üretimin yapılmadığını, işsizliğin daha da arttığını, böylece sadece kanal güzergahını değil İstanbul’un tamamını Araplara ve onlarla birlikte gelen yerleşimcilere bırakmak ya da bırakmamak tercihiyle karşı karşıya kaldığımızı bir düşünün..!
Daha şimdiden Arnavutköy’deki çiftçilerin ahırlarını ve ağıllarını yıkmaya yönelik tebligatlar yapıldı. Bu artık bölgede tarım ve hayvancılığın yapılmasına izin verilmeyeceğinin en bariz göstergesidir.
Bunlarla iş bitmiyor; Kanal güzergahı Araplar için bir cazibe merkezine dönüştürüldüğünden, Arap televizyonlarında kanal reklamı yapıldığı ölçüde arazilerin satışı da devam ediyor. Bu, aynı zamanda toprakların elden çıkarılarak yurttaşlarımızın yoksullaştırılmasının yanında vatansız bırakılmasının da projesidir.
İktidar da, kanal da alternatifsiz değildir:
Aç insanlardan millet olmaz. Satılmış vatan toprakları da geri alınamaz. Bunun en iyi örneği, Afrika’nın aç toplulukları ve topraklarını İsraillilere parsel parsel satan Filistin’dir. Silkelenip kendimize gelmek ve tüm gücümüzle buna karşı koymak zorundayız.
Zira kanal diye tutturulan bu inat, bu iktidarın ne yazık ki milletimizin yoksul, yalnız ve vatansız bırakılmasından yana bir tercihidir.
Bütün bunların aksine;
İstanbul, kendisini çok yoran nüfusun fazlalığından ve ekonominin ağırlığından arındırılmalıdır. Ülkemizin her yeri, yerleşime ve ekonomik yatırımlara kucak açabilecek muhteşem özelliklere sahiptir. Bu yapıldığında, kısa zamanda ülkemizde bölgeler arasındaki gelişmişlik farkı da ortadan kalkmış olacaktır.
Bununla birlikte İstanbul, çok kültürlü bir tarih, sanat ve turizm kenti olarak bu yüz yıla uygun yeniden tasarlanmalıdır. Bu da onu dünyanın en ileri medeniyetleriyle rekabet edebilecek çağdaş bir kimliğe kavuşturacaktır.
Kanal güzergahı ise şimdiki İstanbul gibi yeni bir konut mezarlığına değil, özlemini duyduğumuz niteliklere sahip İstanbul’un yanı başında, nakliye masrafları sıfıra yakın, diğer maliyetleri de asgariye indirilmiş bitkisel ve hayvansal ürünlerin yetiştirilip işlenerek tüketiciye sunulduğu bir gıda ambarına dönüştürülmelidir.
Kanal için düşünülen maliyetin onda birinin bile kanal güzergahında tarımsal yatırımlara harcanması, İstanbul’daki tüketiciyi de kapsayacak bu zirai entegrasyon için yeterli gelecektir.
Yüreğine ve kalemine sağlık.
İyi ki varsın sevgili yazar.