HADİ GEL, KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM!
Salgın hastalık…
Bu ifadeyi senelerdir birçok kez duyduk, duyuyorduk. Bir tarih dersinde yahut bir tarih programında veya edilen dualarda, kitaplarda, belgesellerde birkaç cümleyi birbirine bağlamak için kullanılan etkili bir söz gibi. Ancak tam olarak nedir, insana neler hissettirir bunu hiç düşünmedik. Muhayyilemizi biraz yokladığımızda bu meseleyle ilgili hemen aklımıza öksüren birkaç tane insan ve bu insanların kanlı mendilleri gelir. Bu düşüncemizin kaynağı da izlediğimiz veba ve verem filmleri olabilir. Yani hiç kimse evden çıkamayacağını, okula gidemeyeceğini, ibadetlerini camide yapamayacağını, en yakın dostuna sarılamayacağını, seyahat edemeyeceğini, hatta işe gidemeyip işsiz kalacağını bile düşünmemiştir.
Neden mi?
Son yıllarda özellikle büyük kentlerde gelişen iş imkânları, hizmet sektörünün hızlı bir büyüme çemberi içerisine girmesi, sağlık hizmetlerinin farklı boyutlara ulaşması, sınav sistematiğine entegre eğitimin kentlerde daha iyiymiş gibi gözükmesi, insanı ve insanlığı çok da alışık olmadığı bir döngünün içine sürükledi diyebiliriz. Bir asra yakındır hayatımızda hep lüks yaşamın ve şehirliliğin sembolü haline gelmiş apartmanların içinde bulduk kendimizi. Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanında Servet Bey’in konak yaşamını sevmeyip Şişli’deki lüks daireleri özenmesiyle o yıllarda başlayan bu apartman sevdamız, edebiyatımız dahil tüm yaşam dinamiklerimize fazlasıyla işlemiş durumdadır. Öyle ki bu gün çok katlı yapılardan müteşekkil bir mahallede veya sitede oturmanın bizi farklı bir statüye taşıdığını düşünen hala binlerce insan var. Fakat bu hiçbir mimari ve çevre kaygısı gütmeden dip dibe karşı karşıya oluşturduğumuz estetik yoksunu apartmanlarımız, bizi farklı ve üst statülere taşımadığı gibi aslında daha büyük sorunların oluşuma da sürüklemektedir. İşte bu ve benzer şekillerde hala genetik kodlarını taşıdığımız tarım toplumundan hızlı bir vaziyette sıyrılıp kendimizi bir an da kalabalıkların içinde bulmamız bizi bambaşka bir psikolojiye taşıdı diyebiliriz. Günde sekiz on saat çalışıp eve gelip TV izlemek ve hazır gıdayı tüketmek dışında hiçbir şeyi düşünmememize, adeta dünyaya kayıtsız kalmamıza, üretime, toprağa, iklime dair hiç kafa yormamamıza neden olmuştur. Kısaca atalarımızın çok sık yaşadığı ancak bizim hiç görmediğimiz kıtlık durumunu düşünmek bu haldeyken hiç kimsenin aklına gelmedi ve gelmezdi de.
Ne köylü, ne şehirli olabildiğimiz tüm bu noksan şehirleşmeye ve toplumsal sorunlara rağmen içinde bulunduğumuz iletiştim çağı sayesinde artık her şeye bir tıkla çok rahat ulaşabiliyoruz. Kol saati gibi taşıdığımız telefonlarımız bize artık her imkânı sağlıyor. Bizi gezdiriyor, bizi sevdiklerimize bağlıyor, bize yemek yediriyor, hatta bize para bile kazandırabiliyor. Gıdaya ulaşımımız insanlığın hiçbir tarihinde bu kadar kolay olamamıştı. Bu gün yemek yapmadan veya yemekte kullanılan malzemeleri çiğ haliyle hiç görmeden bile senelerce yaşayabiliriz. Hazır yemek kültürü artık bir lüks değil bu bahsettiğimiz bayağı kent hayatında bir gereklilik halindedir.
İşte tüm bu geniş imkân yelpazesine rağmen insanoğlu kentlerde bir odanın içinde bu yaşantısına ne kadar devam edebilir?
Güneşi, gökyüzünü, toprağı görmeden ne kadar durabilir? Avcı toplayıcı yahut tarım toplumunun izlerini taşıyan genlerimiz bu imkânlardan da sıkılacak ve ait olduğu yere tabiata kendini dönmek isteyecektir.
Sadece bu anlattığım durumların içerisinde bile sıkışan, bunalan insanın, sosyokültürel hayata etki eden bu tarzda yüzlerce sosyolojik sorunu varken şu an artık bambaşka bir sorunun tam ortasındayız.
Korona virüs dediğimiz yeni salgın adeta insanın kimyasını değiştirecek halleriyle ferdi ve içtimai hayatımıza son derece saldırgan bir vaziyette hücum etmektedir. Başta da konuştuğumuz gibi sahip olduğumuz tüm özgürlüklerimiz bir anda askıya alınıverdi. Kalabalıklardan ve toplu yaşam alanlarından kaçar olduk. Yan yana gelmedik, katı kurallar oluşturduk. Hijyeni ve izolasyonu hayatımızın en üst noktasına yerleştirdik. Sıcak samimi bir bahar beklerken Nisan ayında soğuk duş etkisine girdik. Ilık bahar akşamlarında kulaklarımız tatlı esintilerde değil Sağlık Bakanının iki dudağı arasındaydı.
Kültürümüzde tam bir temaşa havasında kutlanan bayramlarımız dört duvar arasında geçti. Ve tüm bu kötü vaziyetlere o sevdiğimiz gösterişli daire ve sitelerimizde yakalandık. Bir metrekaresini bile boş bırakmayıp beton döktüğümüz geniş arsalarımızda bir nefes bir karış toprak arar olduk. Hal böyle olunca apartman sevdamız bir kâbusa dönüştü. Ne kadar az insan o kadar sağlık anlayışına erdik bir anda. Kentlerde durma noktasına gelen inşaat sektöründe büyük değişiklikler yaşanacağı artık bir tahmin değil kesin bir yargı haline gelmiştir. Müstakil ev fiyatlarının modern apartman dairelerinin önüne geçtiği bu dönemde mimarların ve yerel yönetimlerin artık bu salgından gerekli dersi alıp çevre ve insan sağlığına daha uyumlu projeler peşinde koşacaklarını düşünüyoruz.
Meselemize dönecek olursak; Kovid19 salgını insanın hiç bitmeyecek tükenmeyecek sandığı ekonomik döngüyü sektör ayrımı yapmayarak derinden sarsmış ve bize üretimin, tarımın, toprağın ve gıdaya saygının önemini yeniden kavratmıştır. Yaşadığımız kötü günlerde en önemli sektörün -hatta buna bir sektör olarak bakmak yerine bir disiplin bir fikir birliği gibi bakmak en doğrusu olacaktır- “tarım” olduğunu tekrar fark etmiş bulunmaktayız. İnsanın apartmansız, telefonsuz, internetsiz durabildiği ancak nohutsuz ve bulgursuz duramadığını bu süreçte anlamış olduk. İşte bu olanlardan sonra çoğu insan senelerdir uğramadığı köylerine gitmeye hatta kaçmaya başlamıştır. Süresiz bir nadas halinde olan toprak, bu salgın ile beraber tekrar sürülmüş toprak ananın yüzünde güller açmaya başlamıştır. Son yirmi yıldır boş bıraktığımız Anadolu toprağına koşarak geri döndüğümüz bir süreç başlamıştır. Genlerimizdeki gizil olan üretim hırsı meydana çıkmıştır. Köyden kente göçün ne büyük bir hata olduğunu tarihsel olarak insanlara bu salgın kadar hatırlatan başka bir olay yoktur ve olmayacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Evinizin önünü dahi ekin” söylemi aslında ülkedeki ve dünyadaki durumun vahametini ortaya koymaktadır.
İşte şimdi ‘fırsat bu fırsattır’ deyip bilinçli bir şekilde toprağımıza sahip çıkma vaktidir. Genç ve dinamik nüfusumuzla Anadolu birikimini de sürece katıp bu toprağın bereketini artırma zamanıdır. Biliyoruz ki ne kadar arazimiz, ne kadar modern makinemiz ve aracımız olursa olsun, bilimsel ve ferah bir insan zihniyle yapılmayan tarım yine insanın ve doğanın istikbali için müthiş bir tehlikedir. Doğaya ve gıdaya da sahip çıkarak tedarik zincirini ayakta tutmalı üretime desteğimizi sağlamalıyız. Bu süreç ne zaman biterse bitsin bu tarz pandemi durumlarına karşın şehirlerde ve kırsalda her zaman teyakkuzda halinde olmalıyız.
Dünyadaki salgınlara kıyasla insanoğlu ilk defa ulusal ve küresel boyutta müşterek bir harp halinde salgın ile mücadele ediyor. Dünya insanlığının başka zamanlarda böyle kenetlendiği acaba görülmüş müdür?
Peki bu savaşı kazanabilecek miyiz?
Bunu yine insan ve elbette bilim belirleyecektir, hep birlikte göreceğiz.