Hadi Terapiye Gidelim!
Selam tüm okuyuculara, gerçek mutluluğun doğada olduğunu bilen tüm doğaya aşık yüreklere…
***
Bu pazar malum yine doğayla buluşma günümüzdü. Nasıl bir heyecandır anlatamam size… Çok sevdiğiniz biriyle ve nihayetinde buluşacağınız ilk gün gibi… Çok istediğiniz bir işte çalışmaya başladığınız ilk gün heyecanı gibi veya ilk araba kullanmayı öğrendiğinizde direksiyon başında yaşadığınız heyecan ve mutluluk gibi…
Abartmıyorum, ciddiyim. Bunu her hafta yaşarsınız.
Hatta zaman geçtikçe öyle bir tutku haline gelir ki müsait olduğunuz zaman değil, tüm planlarınızı ‘trekking’e göre yaparsınız. Mesela ben çok önemli bir durum yoksa pazar günü asla başka bir plan yapmam. İlk zamanlar çevrenizdekilere biraz tuhaf gelse bile, hatta arada alınganlık yapsalar da zamanla anlıyorlar sizi, tecrübeyle sabittir.
Bu pazar da yine rutinimizle erken uyandım. Ayaküstü bir şeyler atıştırıp kahveyle kendime geldikten sonra hazırlanıp yola düştüm. Allahım nasıl bir hızdır öyle, geç kalıcam diye… Eee doğa beklemez…
Buluşma yerimiz olan tarihi Çakır Hamamı yanındaki çay evine gittiğimde grubun çoğu gelmişti. Selamlaşmalar, gülüşmeler, birer çay ve geçen hafta yağmur var diye gelmeyenleri hafif fırçalamalar:
“Boşuna gelmediniz, üzüldük sizin için… Biz çok eğlendik” veya
“Vayy bir de dağcıyım diyorsunuz. İyi havada sadece piknikçiler gider, mesele zor şartlarda çıkmak” vs gibi… Tabii bunlar tuzu biberi biraz muhabbetin… Özü ise özledik sizi aslında…
Kısa süre sonra araçlar geldi. Bu hafta Ketenli yaylasına çıkacağımız için Bursa’ya 30 kilometre uzaklıkta olan Bağlı Köyü’nün birkaç kilometre ilerisine kadar araçlarla gittik. Bursa’dan uzaklaşıp Uludağ’ın koynuna doğru giderken manzara git gide daha güzel bir hal alıyordu. Sabahın rehavetinden mi, sonbaharın duygusal hüznünden miydi veya araç şoförünün radyodan dinlettiği sanat müziği ezgilerinden miydi bilmiyorum ama bu kez her zamankinden daha sessiz, daha çok manzarayı seyrederek 30 kilometrelik yolu tamamladık…
Araçlardan indiğimizde bizi kasalara ceviz doldurmuş satan bir abi karşıladı, fiyatlar 18-20 arası değişiyormuş. Alsak mı diye düşünsek de yolumuz uzun diye yük etmekten korktuk.
Parkurumuzun başlangıcı olan Bağlı köyü civarındaydık. Buraya Bağlı Hanlar Bölgesi diyenler de var. Sebebine gelince üst tarafından geçen tarihi İpek Yolu, yıllarca birçok ülkeyle aramızda ticareti sağlamış. Kervanlar buradan geçtiği için Bursa’ya yaklaştıklarında burada bulunan hanlarda dinlenir, sonra Bursa’ya doğru devam ederlermiş. Hatta bu durumu yakın tarihe kadar uzak köylerden Bursa’ya gidecek olan köylüler de devam ettirmiş. Bu hanlardan birinde kalıp ertesi gün şehire doğru yol alırlarmış.
Bağlı Köyü’nün kuruluş tarihinin yaklaşık olarak 600 yıl öncesine gittiği tahmin edilmekte…
M.Ö. 2000 senesinde Tiniler tarafından kurulmuş ve daha sonra burada Bitinya Krallığı kurulmuş.
M.S. Roma İmparatorluğu’na geçen bu bölge M.S. 395 Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle Bizans’a kalmış.
Atranos (Orhaneli) tekfurluğunun idaresindeyken 1325 yılında Orhangazi’nin Orhaneli’ni fethetmesi Türk toprakları olan Uludağ’ın üzerine daha sonra Orta Asya’dan gelen Türkmenler yerleştirilmiş.
Bu Türkmenlerden “Bağlı Cemaati” bu köyü oluşturmuş.
Bağlı Köyü, Osmanlı döneminde çevredeki kırk köyle beraber Osmanlı sarayının vakıf köyleri içerisinde yer almış ve üzüm yetiştiriciliği ile ünlenmiştir.
Cumhuriyet anıtlarından biri de köyde bulunmaktadır.
Yani Bağlı köyü Bursa’nın en eski köylerinden birisidir.
Eh boşuna sevmiyoruz doğa yürüyüşlerini… Çünkü sadece ormandan ibaret değildir, hele ki Uludağ; tarihle iç içe, ismi gibi ulu bir dağdır…
Parkurumuza toprak geniş bir yoldan başladık. Hava da mevsime göre olabileceğinin en iyisiydi. Zaman zaman yol biraz dik yokuşlarla devam etse de kimsenin keyfini bozmaya niyeti yoktu. Hatta daha zevkliydi. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi doğa yürüyüşleri hayattan bir kesit gibidir. Hep düz gitmez, bazen yokuşlar olur ama çıkmayı başardığında zevkine doyum olmaz. Tabii bu arada rahat yolun kıymetini de anlarız. Bazen ayağınız kayar patikayı inerken, hatta sıyrılabilir, kan da akabilir ama kalkmak ve yola devam etmek gerekir. Bazen bir dost eli uzanır, bazen kendi gücünüzle kalkarsınız, devam edersiniz ve hedefe ulaşırsınız. Tıpkı hayatımız gibi, pes etmeden devam…
Yola tam tempoyla devam ediyorduk fakat kestane mevsimi malum, her yer kestaneydi. Arada duruyor biraz topluyor hatta ayaküstü çiğ olarak da tadıyorduk. Ağaçlar; yaz, sonbahar renk cümbüşüyle donanmış, kışa yer açmak için sarı yapraklarını atmaya başlamıştı. O güzellik içinde yürürken sanki bir tablonun içine girmiş gibi hissediyorsunuz bazen… Yürüyüşte adımlarınızın hızına göre oradaki hemen hemen herkesle yürüme ve sohbet etme şansınız olur, bu çok güzel bir duygudur…
“Ayşen nasılsın? Ankara’da hallettin mi işleri?”
“Oooo Tarık bey, çanta çok dolu görünüyor, molada ziyafet var gibi…”
“Ayşe hanım hayırlı olsun delikanlıyı da nişanladınız…”
“Vedat (rehberimiz) kaç kilometre kaldı molaya…”
Ve tabii yeni gelenlerle tanışma faslı…
Birçok meslek grubu, birçok farklı hayatlar ama doğadayken herkes tek yürektir, herkes aynıdır. O gün yaşadığımız hayatı, doğanın doğallığına bırakırız. Zihnimizi arındırırız aslında farkında olmadan… O yüzden zamanla vazgeçilmezimiz olur belki de…
9 kilometrenin sonunda Ketenli yaylasına geldik. Burası kamp alanı olarak da sıkça kullanılan bir bölgedir. Baharda efil efil kekik, nane kokar. Sırtını ormana yaslamış, 2 kilometre kadar üstünde ise muhteşem görseliyle Aras şelalesi bulunan büyük ve eşine az rastlanır güzellikte bir yayladır.
Molayı burada vereceğimiz için hemen hazırlıklara başladık. Sofralar kuruldu, küçük ateşimizde çaylar yapıldı. Tango öğrenmek için kurs önerilerinden hangi ara erik dalını dinlemeye başladığımızı da şu an düşünüyorum ama bir türlü hatırlayamıyorum. Bakır cezvede kahvesiz olmazdı, hele ki köz varken…
İyice dinlendikten sonra toparlanmaya başladık. Çöpleri çantalara koyduk, ateşi de suyla söndürüp Soğukpınar Köyü’ne doğru yola çıktık. Eh inişe geçince yürümek pek tabii daha rahat ve hızlı… Yollarda bolca elma, ayva ağaçları… Köye yaklaştığımızda ise aluç ağaçları dökmüştü tüm meyvelerini, lezzeti çok güzeldi, bu arada sirkesinin de çok faydalı olduğunu öğrendim. Ayşen arkadaşımız Soğukpınar Köyü’nden olduğu için suyun kaynağına sayesinde gittik. Köy bu ismi boşuna almamış bunu anladık, elini bir dakikadan fazla altında tutan bir yiğit çıkmasa da suyun tadına doyan da çıkmadı, içtikçe içilesi bir su…
Soğukpınar köyüne geldiğimizde evleri, sokaklarıyla Uludağ’ın içine gizlenmiş bir inci güzelliğindeydi. Köy kahvesinde çaylarımızı yudumlayıp araçlarımızı beklerken sabahki sessizliğimizden eser yoktu, bolca sohbet, bolca espiri ve hep gülen gözler… Çünkü doğa bize yine terapi gibi gelmiş, en büyük şifanın dostlarla beraber doğada olduğunu bize yine göstermişti…
Mutluyduk ve sonraki doğa seansımızın planına başlamıştık bile…
Harika bir yazı en kısa zamanda inşallah doğa yürüyüşü yaoabilirim
Tavsiyedir… müthiş bir motivasyon.
Çağla’cığım gene muhteşem ötesi bir yazı soluksuz tek nefeste okuduğum.Diğer yazıların gibi eşsiz ve özenli.Bazen elde olmayan sebepler gelmeye engel olsada ilk günkü gibi heyecanlı ama yazıların İnan herbirimizi orada An’da hissettiriyor.
Çok teşekkür ediyorum…
Güzel bir yazı olmuş elinize sağlık Çağla hanım 👌🏻👍🏻🙂
Teşekkür ediyorum…