Halbuki cennet zihnimizdeydi!

16.06.2020
A+
A-

Selam tüm okuyuculara, insanı doğayı birbirinden ayırmadan seven, sevgi dolu yüreklere… 

Yasaklar öncesinde yaz kış, yağmur fırtına demeden hemen hemen her pazar dağ yürüyüşlerine çıkardık arkadaşlarla… Birkaç gün önce yapılır plan genelde. Nereye çıkılacak, hangi parkur vs. Sabahın erken saatinde buluşuruz ve yola revan oluruz. Birkaç yıl önce bir arkadaşımın tavsiyesiyle başladım bu yürüyüşlere. Önceleri biraz zorlansam da zamanla alıştım, hatta daha ötesi dağa çıkmadığımda eksildiğimi fark ettim.

Niye diye sorarsanız, şöyle ki; hafta içi hayatın koşturmacası, telaşı, rutin düzen, hep aynı yüzler, hep aynı sözler ve hep aynı işler…

Bu yürüyüşlerin özelliği ise bu düzene bir gün dahi olsa ara vermektir,  bir mola gibidir aslında… Çoğunluk gündelik hayatımızda irtibatta olduğumuz kişilerle gelmez, çünkü amaç bu doğallıkta kendi özünle baş başa kalabilmektir, önceki günlerden hiçbir şeyi buraya taşımadan…

Kimsenin mesleği, kariyeri, özel hayatı burda merak edilmez, herkes aynıdır. Muhabbet senin inisiyatifindedir, istersen yol boyunca konuşmama özgürlüğün vardır, istersen doğallığın dibine vurur içinden geldiği gibi tüm maskelerden ve baskılardan uzak kendini ifade özgürlüğün vardır. Ha bir de hafta boyunca sana biçilen rollerden farklı, içindeki çocuğu özgür bırakırsın, istediği gibi şarkı söyler, oyunlar oynar, bazen somurtur ama hiçbirinde riya olmaz…

Yani doğada doğallığı yaşamanın zevkine varmaktır amaç, alabildiğine masum ve saf haliyle…

Gelelim bu haftaya…

Uzun süren pandemi döneminden sonra bu pazar dağa çıkmaya karar verdik, tabi her zamanki gibi kalabalık değildik. Sonuçta yine de dikkat etmek gerekirdi sosyal mesafeye. O yüzden araçta daha az kişi gitmeliydik. Sabahın erken saatlerinde tarihi Çakır Hamamı civarında buluştuk. Nasıl da özlemişiz birbirimizi ama… Birkaç çay, hal hatır derken araca bindik, tabi ki maskelerimizi takarak…

Araç Uludağ yoluna doğru giderken Bursa’yı yukarılardan seyretmenin zevkini tekrar yaşamak çok güzeldi. Yiğit Ali Köyü‘ne yaklaşınca araçtan indik, başlangıç noktası tam da burasıydı. Köyün dışından devam ederken, uzaktan gelen birini gördük, eşeğine binmiş yaşlı bir amca… Eşeğin heybe taraflarına küçük süt bidonlarını yerleştirmiş şehire götürüyordu, halinden alabildiğine memnun ve acelesiz… Selamlaştık, “dikkat edin yağmur yağacak” derken hala yoluna yavaş devam ediyordu.

Köyü geçtiğimizde sapsarı kantaron bahçelerine rastladık. Bir tarafta orman, diğer tarafta sarı kantoronlar, muhteşem görünüyordu. Her derde deva olduğunu söyledi grup liderimiz. Eh böyle der de durur muyuz? Köklerine zarar vermeden herkes biraz topladı. Ama fazla da oyalanmak istemedik. Çünkü uzun bir parkura çıkmıştık. Sonrasındaysa bizi kiraz ve dut bahçeleri karşıladı. Daha tam olmasalar da tatları fena sayılmazdı. Belki de dalından yemenin zevkiydi lezzetini veren…

Yukarılara doğru Kuruçeşme civarına giderken tarihi İpek yolundan geçtik. Yolun çoğu taşları, zamana yenik düşüp toprakla kapansa da kısmen hala duruyordu. Kaldı ki içinde bulunduğumuz zamanla kıyaslarsak; her sene yık-yap  mantığıyla sözde yapılan yollara göre muhteşem bir ustalıkla ve sağlamlıkta yapılmıştı. İsminden de anlaşıldığı üzere, kervanlarla uzak diyarlardan Bursa’ya gelip İpek ticareti için kullanılan bir yoldu burası. İki tarafı ağaçlarla kaplı ve geniş denebilecek bir yoldu…

Devamında Kuruçeşme oldu durağımız. Yani ismi Kuruçeşme ama suyu gürül gürül akıyordu, buz gibi ve lezzetliydi.

İsmi neden Kuruçeşmeydi?

Onu anlamasam da, mutlaka vardır bir hikayesi… Biraz moladan sonra yoldan ayrılarak ormanın içinden devam ettik. Öncesinde yağmur yağdığı için, toprak nemli ve kaygandı. Patikalar haliyle zorluyordu. Batınlarımıza yükleniyor, gerekli yerlerde birbirimizden destek alıyorduk. Bu arada az evvel ayıların buradan geçtiğine dair izlerin fotoğraflarını da çekmeyi ihmal etmiyorduk. Arada dizlerimizin üstüne düşüyor, tuttuğumuz dallara güvenirken kopma ihtimalini nedense düşünmüyorduk… Vadiyi aştıktan sonra Kumlukdere’ye geldiğimizde manzara görülmeye değerdi… Vadi ayaklarımızın altında, devamında Bursa ve daha ötesinde deniz bile görülüyordu ve tek karedeydi hepsi…

Yorulmuş muyduk? Hem de çok… Değdi mi? Sonuna kadar…

Botlarımızı çıkardık, birer çay içtik ve manzaranın tadını biraz daha çıkardıktan sonra aldık sırtımıza çantalarımızı tekrar yola düştük. Eh biraz dinlenmenin de verdiği güçle şarkılar söylemeye başladık ”karlı kayın ormanında” diye devam eden… Her yürüyüşte bu şarkı kendiliğinden dökülür dilimize… Marş gibidir doğa yürüyüşlerimizde… ‘Acıktık mı sanki’ derken; Kör Abdullah’ın Yaylası diye bilinen yaylada öğle molası verdik.

Öncesinde de bir kaç kez geldiğim hatta bir keresinde kamp yaptığımız bir yerdi. Dağcıların geneli bilir burayı… Alan olarak kampa müsaittir, ayrıca yanında çeşmesi olması da kolaylık sağlar… Çıkardı, kim ne getirmişse çantasından… Pohaça, kahvaltılık kimisi küçük bir ateş yakıp sucuk vs… Büyük bir sofra kurduk ve beraber yerken yapılan muhabbetin keyfi başka tabi ki. Sonrasında çöplerimizi poşetleyip çantalarımıza koyduk ve tekrar hedefimize yani Gökdere yaylasına doğru yola çıktık. Gökdere vadisinden geçerken, derelerde kimi zaman ayağımız kayıp biraz ıslandık, zorlu patikalardan kaydık üstümüz çamur içinde kaldı ama Gökdere yaylasına vardığımızda bir anda ne yorgunluk, ne şikayet kaldı… “İşte budur” dediğimiz bir manzaraydı… Sarı ve mor çiçek tarlasından, kestane ağaçlarının arasından geçerken; sıradağlar, geçtiğimiz vadilere 900 rakımla kuşbakışı bakabiliyorduk.

‘Nasıl bir duygu’ derseniz?

Bunu yaşarsanız ancak anlayabileceğiniz türden sayılabilecek hislerden sanırım… Biraz çiçek topladık, çokça fotoğraf çektik ve en  çok da, manzaraya doya doya bakarak ruhumuzu dinlendirdik, aslında asıl amacımız ve gerekli olan da bizim için buydu. Ruhumuzu, özümüzü dinlendirmek…

İnişe doğru hareket ettiğimizde Gökdere şelalesini es geçmek olmazdı. Yolu biraz uzatmış hatta zorlaştırmış olsak da; yani kimi zaman dik yamaçlardan, kimi zaman kayalardan tırmanarak gitsek de şelaleye vardığımızda bunların hiçbiri umurumuzda bile olmadı. Kesinlikle görmeyeniniz varsa, mutlaka gitmelisiniz bence. Şelalenin gürül gürül akan görüntüsü, sesi sizi başka bir dünyaya götürüyor. Yorulan ayaklarımızı dinlendirmek için suyun içine soksak da on saniyeden fazla içinde tutmak zordu, buz gibiydi… Ama biz kısa aralıklarla yine de yaptık ve gerçekten iyi de geldi. Tüm yorgunluğumuzu aldı diyebilirim.

Akşam olmak üzere oradan ayrılırken gelen piknikçilerin orayı çöplük haline getirdiklerini görmüş olmaksa moralimizi fazlasıyla bozdu maalesef.

Bu güzelliği insanlar nasıl böyle hunharca heba ediyorlardı nasıl kıyabiliyorlardı… Ayrıca buna hakları da yoktu… Biz bunları yorumlayıp çözüm yolları düşünürken Maksem’e yani yürüyüşümüzün sonuna gelmiştik bile…

O kadar muhteşem bir yer ki yaşadığımız yer; tıpkı ülkemin her yeri, her köşesi gibi… Ve bir çoğumuz o kadar farkında değil ki bunun, maalesef…

Halbuki elimizdeki değerlerin kıymetini bilmediğimizden ne çok kaybettik, ne çok ahlandık ve ne çok hala uslanmadık… Düşünemedik yine de cennetin bizim fikrimizde ve zihnimizde olduğunu ve bize sunulanı korumanın yeterli olacağını…

İdrakı bereketli, şuur dolu güzel günlere..

YORUMLAR

  1. Pınar gültekin dedi ki:

    Harika bir doğa yazısı olmuş teşekkürler

    1. Çağla Şahin dedi ki:

      Teşekkür ediyorum beğenmenize sevindim…