Halil Ağa’nın Öküzü…

Halil Ağa’nın Öküzü…
13.02.2020
A+
A-

Sevgili okuyucularımızın “Halil Ağanın Öküzü” söylemini, bir sinema filminin, bir tiyatro oyununun, bir romanın adı olmasını bu makalenin başlığı olmasına tercih edeceklerini tahmin ediyoruz. Bu tahminimizde yanılmamışsak eğer, okuyucularımızla birbirimizi tanımayı ve birbirimizi anlamayı başarabilmişiz demektir.

Tarım, ilelebet bu toprakların kaderidir, lakin hakkı verilerek yapıldığında ancak ülkemizin şansıdır da diyebiliriz. Ülkemizde arzulanan tarımı sürdürülebilir kılmanın bir yolu da herkesin onu en az çiftçiler kadar sahiplenmesidir. Onun için Türk halkını, yediden yetmişe yüzeysel de olsa tarımdan anlayan ve tarımın dostu olarak bilgilendirmek gerekiyor. Çünkü bu iktidarın çıkardığı bütünşehir belediye yasası ve diğer tarımla ilgili yasaların uygulanmasından kaynaklı yanlış politikalar sonucu ülke nüfusunun % 94’ünün kentli, % 6’sının da kırsalda yaşadığı varsayılmaktadır. Tarıma yatırım ve destek de buna göre yapılmaktadır. Bu nedenle kırsalda ne kimse kaldı, ne de orada yapılacak bir tarım… Böyle olunca kentli bilinenlerin hepsi zebun duruma düşürülmelerine rağmen sanki tarımın dışında bilişim, endüstri ve hizmet sektörlerinde dileğince istihdam edilmişçesine tarıma yabancılaştırıldı.

Oysa bir zamanlar tarım, toplumsal hayatımızın merkezindeydi. Ekonomik yönü kadar sosyal ve kültürel yönleri de vardı. Yani temeli tarıma dayanan ekonomi toplumsal hayatın altyapısını, tarımsal işleyişin belirlediği sosyal ve kültürel yaşam da toplumsal hayatın üstyapısını şekillendiriyordu. Vatandaşlarımız önünü görebildikleri için hayatını da ona göre planlayabiliyorlardı. Ne köyde, ne kentte sefalet yoktu, umutsuzluk yoktu, tam tersi geçim ve dayanışma vardı.

Televizyonlarda, gazetelerde iktidarın kendi oluşturduğu sanal rakamlarla, muhaliflerinse en azından ayakları yere basan rakamlarla telaffuz ettikleri tarımla ilgili haberlere tanıklık ediyoruz her zaman. Böylece halk, tarımı sadece rakamlardan müteşekkil ekonomik bir yapı olarak algılamaktadır. Bu da halkı tarıma yabancılaştırmakta, kendi topraklarında her şeyin yetiştirilmesi mümkünken yurtdışından ithal edilmesinin daha kolay ve daha normal olabileceğini hissettirmektedir ona. Rakamlara karşı değiliz, hayatı somut gerçekliğiyle ortaya koyduğunu biliyoruz lakin hayat sadece rakamlardan ibaret değil ki! Tarımı rakamlarla birlikte halkımıza anlatacağımız başka yol ve yöntemler de bulmalıyız.

Türkiye, içine düşürüldüğü bu durgunluktan, bu bunalımdan kurtulabilir, yeniden normale dönebilir, olanlardan ders çıkartarak daha ileriye, daha iyiye gidebilir. Yeter ki sarayların çöplüğünden beslenmeye zorlanan halkımızı yeniden bu vatanın toprağıyla, suyuyla, ağacıyla, güneşiyle buluşturabilelim. Doğanın bu kaynaklarıyla yapılan ve başından itibaren insan beslenmesinde önemi olan tarımla, hayvancılıkla barıştırıp kaynaştırabilelim.

Genel yayın yönetmeni ve editörü olarak Bursa İl Tarım Müdürlüğü adına üç ayda bir yayınladığımız Bursa’da Tarım dergisinin 1997 yılı Nisan-Mayıs-Haziran aylarını kapsayan 2. sayısında, “Tarım TV Kurulmalıdır” başlıklı makalemizde, tarımın insan hayatı ve ülke ekonomisindeki öneminin ciddi bir disiplinle halka anlatılması gerektiğini söylemiştik, ta o günlerde. Tarımda geldiğimiz noktaya bakınca o günkü söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu makalemize başlık olarak verdiğimiz Halil Ağanın Öküzü meselesi, yaşanmış bir hikâyeden geliyor aslında. Hem de Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk ile memleketimizin efendisi Büyükçekmeceli Halil Ağa arasında yaşanmış gerçek bir hikâyeden.

Özeti şudur: Atatürk’ün önderliğinde dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş Türk milletinin artık demokratik ve kalkınmacı bir devleti vardır. Bu kalkınma her alanda gerçekleştirilen üretimle olmaktadır. Öşür Vergisi o dönemdeki toplam vergilerin üçte biridir. Devlet, öşürden feragat edip gereken desteği verdiği köylünün daha çok ve daha nitelikli tarımsal üretim yaparak ülke ekonomisine değer katmasını sağlanmıştır. 1930’ların kırsaldaki üretim araçları bir çift öküz ve bir yabadır. Lakin o yılların hükümetindeki eğreti birileri yasaların etrafından dolanarak, yasalardan bir delik açarak ya da yasaları yanlış yorumlayarak öküzün birini köylünün elinden almak gibi densizliklerde bulunur. Olanlar hakkında bilgisi olmayan ve bir gün, bir anlık can sıkıntısından kendini kırlara vuran Atatürk, bu uygulamaların sonucu meydana gelen bir vakaya tesadüfen tanık olur. Bir dedektif titizliği ile olayı tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkarır. Her zamanki kararlılığıyla da hükümete ayar verir, köylüyü de üretim aracısız bırakmaz.

O günkü üretim araçları olan öküzün yerini bugün traktör, yabanın yerini de mibzer almış bulunmaktadır. Kendi içinde eğretisi olmayan bugünün hükümeti ise Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti yönetmede tümüyle eğreti durmaktadır. Yaptığı yasalarla ve yasaları uygulama biçimiyle, bu memleketin efendisi olan çiftçinin işlediği topraklardan ve kullandığı üretim araçlarından el çekmesine sebep olmaktadır. Beklendiği gibi üretim yapamayınca hem toprağını, hem de üretim araçlarını satmaktadır. Ardından zengin topraklara sahip bu ülkenin insanı olarak fakir düşmekte, kendisi ve hayvanı dışarıdan ithal edilen yem ve yiyeceklerle beslenmektedir.

Artık olan olmuş ve zararın neresinden dönülürse kardır. Bari bundan sonra ne nasıl yapılabilir, onları konuşmanın zamanı. Artık ülkemizi insanı aç, hayvanı aç, toprakları satılık bir memleket olmaktan kurtarmak lazım. Artık sadece siyasetle yetinmeyerek özellikle medyayı, ardından da sanatın türleri olan tiyatroyu, sinemayı, edebiyatı ülkemizin tarımını kurtarmanın manivelası olarak kullanmak gerekiyor. Bunlar halk için yapılıyorsa eğer, tarımın kurtuluşu da halkın kurtuluşuysa eğer, daha ne güne duruyor bu memleketin yazarı, çizeri, tiyatrocusu, sinemacısı, gazetecisi, televizyoncusu ve bilumum aydını?

Ülkenin ekonomik bağımsızlığı ve milletin refahı için dikkatleri tarımın üzerine yoğunlaştıracak temaları soranlar olabilir. Atatürk’ün, vergi karşılığında bir öküzü elinden alınan köylü Halil’i Florya Köşkü’nde bakanlarıyla aynı sofrada ağırlamasından tutun, Neptün Soyer’in 12 Eylül faşizminin kapattığı Köy-Koop geleneğini Ege’de yeniden diriltmesine, Türkiye’yi dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biri yapan kahraman ziraatçılardan tutun, o Türkiye’yi bugün buğdayda ve samanda dışa bağımlı hale getiren ihanetlere; o kadar çok tema var ki!

YORUMLAR

  1. Coşkun dedi ki:

    Harika bir yazı. Keyifle okudum