İpek Yolu’ndan Bursa’ya…
Selam tüm okuyuculara ve asıl mutluluğun doğanın içinde saklı olduğunu bilen, farkındalığı kavramış yüreklere…
***
Dün her pazar olduğu gibi yine doğadaydık. Haftada bir motivasyon kaynağı diyebilirim, benim ve birçok kişinin… Pandemi sebebiyle evde kaldığımız sürece özlediğim tek şey ne çarşı pazar, ne ora ne bura; tek üzüldüğüm doğadan uzak kalmak zorunda oluşumdu. Neyse ki geride kaldı umarım…
Bizler ve sizler yine doğayla iç içeyiz, tabii tedbiri elden bırakmadan..
Sabah her zamanki gibi 6:30’a ayarladığım çalar saatimin sesiyle yataktan fırladım. İnanın hiçbir şey için bu kadar zevkle uyanmam. Bir kahve, biraz atıştırma, hızlıca çantama gerekli olanları bıraktıktan sonra evden çıkış… Bugün tarihi Çakır hamamının yanındaki çay ocağında buluştuk. Arkadaşlar elinde batınları, sırtlarında çantalarıyla oradaydı. Birer çay ve rotamızla ilgili yorum ve kısa sohbetten sonra araca binip Uludağ’a doğru yola çıktık. 15 dakika kadar sonra başlangıç yerimiz olan Uludağ Yeşiltarla mevkiinde indik. Ev şeklinde yapılmış, üstünde de küçük ev yazılı bir çeşme karşıladı yolun başında bizleri. Buz gibi tatlı bir suyu vardı. Dağın dibinde usulca akıyor, misafirlerini karşılıyor gibiydi. Yürüyüşten önce çok iyi geldi hepimize.
Rotamızla alakalı rehberimiz Vedat’ın bizi bilgilendirmesinden sonra dağa doğru yola çıktık. Bu hafta yaş grubumuz çeşitliydi. Yirmi yaşında olan da vardı, altmış yaşında olan da. Ama yürüyüşte bunun önemi olmaz. O yola çıkan herkesin amacı aynıdır, doğayı damarlarında hissedebilmek… Yeşiltarla’nın altından 3-4 kilometre ilerledikten sonra parkurumuz yer yer taşlarla döşeli bir yoldan devam etti. Bu yol tarihi İpek yoluydu. Harika bir duyguydu bu yolda yürümek. Düşünsenize, yüzyıllar öncesinde yapılmış, dünyanın en uzun ticaret yolundan gidiyorsunuz. Başka diyarlardan Bursa’ya gelen tüccarların kervanlarının geçtiği, Bağlı-Hanlar bölgesinde mola verdikleri o tarihi atmosferde yürümenin verdiği his bambaşka… Aslında Uludağ, karayolu yapıldığı zamana kadar bu yolun köylüler tarafından Bursa’ya gitmek için kullanıldığını söyledi rehberimiz. Hatta uzak köylerden gelen köylülerin yüzyıllar öncesi geleneği sürdürüp, hanlar bölgesinde mola verip bazen dinlenmek için bir gece burada kaldıklarını da ifade etti.
Biraz yürüdükten sonra Güllük yaylasındaydık. Açıkçası böğürtlen cennetine düştüğümüzü sandık. Tam zamanıymış. Gerçekten de olgunlaşmış ve lezzetini almıştı, çok da fazlaydı. Ellerimiz, ağzımız hatta yüzümüz kıpkırmızı olsa da kimin umurunda?
Eh artık yemekten yorulunca devam edelim yola dedik. İlerde Söğütlü Çeşme’ye doğru yol aldık. Rehberimiz ‘orada mola verelim’ dedi, hem yüzümüzü ve ellerimizi de yıkamış olurduk. Vardığımızda ateş yakmada gerçek bir usta diyebileceğim arkadaşımız Tarık bey, iki dakikada ateşi yakmıştı bile. Yani yarım saatlik çay molasında termostan değil, ateşte çay keyfi bile yaptık. Çeşme büyük bir alandaydı, yani kamp alanı olarak da değerlendirilebilir. Tabii biz de burayı kamp alanı listesine hemen ekledik. Sonrasında Süleymaniye köyü mevkiine doğru tekrar yürüdük, kuru yapraklarla döşeli su yollarından bazense taşlı patikalardan batınlarımıza yüklenerek ilerledik, arada yine böğürtlen molası bazen erik, fındık az da olsa elmalardan tadarak… Eh bu coşkuyla marşlar ve şarkılar da söyleyerek… Yemek molası için eğreti otlarının sık olduğu Yarbelen mevkiine geldiğimizde ise 12 kilometrelik bir mesafeyi arkamızda bırakmıştık. Küçük çeşmenin yanında çay kahve için yine küçük bir ateş yakıldı. Çıkınlarımızdaki yiyeceklerle soframızı kurarken en doyurucu olan ise beraber yemenin ve sohbetin lezzetiydi. Aynı amaç için yola çıkan ve benzer tatlardan zevk alan insanların huzuruna asla doyulmaz…
Tıpkı su gibi, tıpkı hayatın özü gibi…
Ateşi bolca suyla söndürüp çöplerimizi yanımıza alarak bitişe doğru yola çıktığımızda yorgunluktan eser kalmadığı gibi önümüzdeki 5 kilometre için enerjimizi fazlasıyla toplamıştık da… İniş hep kolay sanılsa da dik yokuşları inmek, dik patikaları çıkmaktan daha zordur aslında. Çünkü bütün ağırlığınız parmak uçlarınızdadır. Burada rahat bir ayakkabı ve özellikle batın, yükünüzün çoğunu alacağı için mühimdir. Harika manzaralar eşliğinde biz de bol taşlı ve toprak yokuştan inerken biraz zorlansak, kayarak küçük düşüşler yaşasak da şikayet eden olmadı, gülün dikeniydi bu çünkü…
Gökdere şelalesine indiğimizde biraz dinlenelim dedik. Fakat şelalenin ve derenin hali içler acısıydı… Gülerek ve mutlu bir şekilde indiğimiz parkurdan sonra hepimizin moralinin bozulmasına sebep olmuştu. Güzelim şelale ve dere bir çöp yığını ve erkeklerin açık meyhane olarak kullandığı bir yer haline getirilmişti. Tek bir aile veya kadın yoktu. Sanırım buna imkan da yoktu. Çöp yığınları derenin tüm güzelliğini kapatmış, içine pespaye şekilde kurulan çilingir sofraları ve onlarca erkek… Aylar öncesi yine bir yürüyüş sonrası buradan geçmiştik ve yine benzer haldeydi. Yani değişen bir şey olmamıştı. Şehrin bu kadar içinde, bu kadar muhteşem bir güzelliğin bu durumda olması ve kimsenin umurunda olmamasına anlam veremedik. Halbuki biraz düzenlense, hak ettiği önem verilse insanların rahatça çekinmeden gelip zaman geçireceği ne güzel bir yaşam alanı olurdu…
Yürüyüşümüz bittiğinde Temenyeri parkında birer çay içip dinlenirken yol hikayemizi yorumladık birer birer ve şükredip teşekkür ettik birbirimize… Yol arkadaşlığımız ve bu güzellikleri aynı hislerle, güzel insanlarla paylaştığımız için…
Hayat da bu değil miydi? Birkaç güzel insan ve onlarla yaşanılan anılar…
Harika bir yazı olmuş.Sanki biz de sizinleydik