KÖRLEŞME
Devletin yerine tarikatlar ve cemaatler topluma egemen olmuş durumda. Yurtlarında topladıkları korumasız çocuklara uyguladıkları tarih öncesinden kalma baskılar, tacizler, tecavüzler o çocukları kendileri olmaktan çıkaracak şiddette. Enes Kara Vakası’ndan da anlaşıldı ki kendisi olmadaki direncini ve geleceğe olan umudunu yitirmek istemeyen çocuklarsa çıkışı canına kıymakta buluyor. Asıl mesele; bu baskılara, bu dönüştürmelere maruz kalmış çaresiz ve masum yavruların, aileleriyle birlikte daha çok içe patlayan çığlıkları karşısında herkesin kör, sağır ve dilsiz kalışıdır.
Tarikat ve cemaatlerin topluma verdikleri hasar düşünüldüğünde, toplumsal proje virüsleriyle insanları köleleştiren birer sosyal hastalık oldukları söylenebilir. Mutasyon geçirerek kendilerini gizliyorlar. Aslında münafıktırlar ancak takiye yaparak münafıklıklarını Müslümanlıkla örtüyorlar. Kara balçık gibidirler; yaklaşanı yutuyorlar. Kötülük kaynağıdırlar; bozgunculuk, kumpasçılık, ayrıştırıcılık, mevki ve makam gaspı, liyakatsiz müritlerini terfi ettirerek devletin önemli ve kritik mevkilerine getirmek, her işte adam kayırmak, yolsuzluk, sapkınlık, milleti bölmek, devleti ele geçirmek gibi toplumdaki ve kamudaki bütün kötülüklerin kaynağıdırlar. Ekonomik ve siyasi güç elde ederek hayatın her alanını bir ahtapotun kolları gibi sarıp topluma nefes aldırmıyorlar.
Selçukluyu ve Osmanlıyı devşirmelerle işbirliği yapıp içten çürüterek yıkılmalarına sebep, tarikatlardır. Şimdi de Cumhuriyet Türkiye’sine nüfuz etmiş durumdalar. Bütün bu kötülükleri de birer Müslüman aziz, evliya veya mensubu, müridi kisvesine bürünerek yapıyorlar. Bu yönüyle de birer ihanet yuvasıdırlar; birleştirici olan sadece dindir deyip Türk Milleti kimliği etrafında elbirliği ile muhkem bir ulus yaratmış laik Anadolu ve Trakya halkının milli yapısını zayıflatarak etnik ve kültürel aidiyetlerini çatıştırmaktadırlar. Buradan elde ettikleri sonuçlar üzerinden eksenini Ortadoğu’ya kaydırdıkları Türkiye’yi, kültürel değerleriyle, yaşam biçimiyle Araplaştırıyorlar.
Bunların verdiği kötülükler yüzünden bugün Türkiye dip yapmış bir hukuksuzluğun, tavan yapmış bir mutsuzluğun, bir ekonomik buhranın ve sürdürülemeyecek bir gelir adaletsizliğin pençesinde kıvranmaktadır.
Tarikat ve cemaatlerin toplumdaki egemen zihniyetle çok yakın bir ilgisi var; İslam toplumlarındaki zihniyet, nakilciliğe dayanır. Nakilcilik, kendi çağının Bel’am Bin Baura’sı olan Gazali’nin nizamiye medreselerinden kalma bir mirastır. Tabulara ve hurafelere koşullandırılmış bu zihniyet, insanların kendi aklını kullanmasına yasak getirmiştir. Bu yola girenler, aile efradıyla birlikte akıldan ve kendisi olmaktan soyutladıkları bedenlerini, malıyla canıyla halife, şeyh, gavs, mürit denen kişiye emanet etmişlerdir, hem bu dünyada hem de kendilerine vaat edilen cennette!
Bugünkü batı medeniyeti denilen gelişmiş uygarlığın zihniyeti ise Aristo’nun gökten yere indirdiği felsefeyi anlaşılır kılarak hayatın öznesi yapan İbni Rüşt’ün akılcılığıdır. Batı uygarlığı bu zihniyet üzerinde yükselerek bugüne gelmiştir. Aklı ve aklın ürettiği bilimi kendisine rehber kılan uygarlıklarda, mitlerden ve dini hurafelerden arındırılmış hayatta insanlar özgür aklıyla, vicdanıyla düşünüp karar verir. Hayatını, hak ve özgürlüklerini güvende tutan demokratik yasalara karşı sorumlu olmanın dışında hiç kimseye verecek bir hesabı yoktur. Aklını kullanan uygar insanların Tanrısı ve dini inancı, paçavralar içinde birer kıl topu olan salyalı sümüklü iğrenç kişilerin ulufeleri arasında değil bizatihi kendi vicdanındadır. Kendisine şahdamarından daha yakın olan dini değerleriyle kendisi arasına hiçbir aracı koymaz. Bu laik toplumlarda devlet her kişiye ve her inanca aynı mesafededir, hiçbirinin bir diğerine üstünlük sağlamasına izin verilmez. Herkesin inancı devletin yasal güvencesi altındadır.
Türkiye Cumhuriyeti de demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmasından ötürü o da bu gelişmiş uygarlık düzeyine ulaşmayı; aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerin ülkesi olmayı kendine hedef seçmişti. İnsanlık ailesinin ve idealinin bir parçası olmayı başarmıştı. Laik Türkiye’de sağlık, güvenlik, adalet ve eğitim birer kamu hizmeti alanıydı, tüm yurttaşlar için eşit ve ücretsiz bir haktı. Kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyet, padişahın kullarını ve şeyhin müritlerini insan; yani özgür ve eşit yurttaş yapmıştı. Çağdışı olan monarşiyi sonlandırmış, fitne yuvaları olan tarikat ve cemaatleri de mekanlarıyla birlikte kapatmıştı.
Çıyanlar gibi yer altına sinen bu şer odakları, Atatürk’ün ölümünden sonra usul usul yeniden gün yüzüne çıkarıldı. Gelen iktidarlar, “Demokrasi, Cumhuriyetin fikridir” diyen Atatürk Cumhuriyetinin yolundan saptılar. Türkiye’yi Atatürk’ün hedeflediği muasır medeniyet seviyesine çıkaracak devrimleri ve demokrasiyi tamamlamaktan vazgeçtiler. Yurttaşlık bilincinin halkta karşılık bulmasını engellediler. Halkı lümpenleştirdiler. İktidarda olanlar hep iktidarda kalmak, muhalefette olanlar da iktidara gelmek için tarikatlarla işbirliği hatta iktidar ortaklığı yapmaktan çekinmedi. Devletin gücünü ve imkanlarını tarikatların arkasına alarak, onların emelleriyle birleştirerek, din ile hipnotize ettikleri toplumun gözleri önünde ülkeyi adım adım yıkıma sürüklediler. Sonunda iktidarlar kendileriyle birlikte halkın da yozlaşmasına, ülkenin her alanda geriye gitmesine, uluslararası itibarının yok olmasına sebep oldular.
Bu bahsi özel bir örnekle bitirelim:
Türkiye’deki bu şer yuvalarından birinin kurucusu Amerika hayranı bir o kadar da Cumhuriyet düşmanı Saidi Kürdi’dir, namı diğer Sait Nursi. Eğer çok tanrılı dinler döneminde olsaydı bu kişinin kendisini tanrı ilan edeceğinden kimsenin kuşkusu yoktu. Bunu, kendini İslam Peygamberine, risale denen kısa metinlerini de Kuran’a şirk koşmasından anlıyoruz.
Öğrencileri de ha keza; farklı kollara ayrılarak, dini çıkarlarına maşa yaparak, millet olmuş Türk toplumunu kıskacına alıp küçük parçalara bölerek emperyalist efendilerinin önüne atma misyonunu üstlenmişlerdir. Türkiye ve dünyadaki yeryüzü şekilleri ile uzaydaki yıldız ve yıldız kümelerinin adlarını kendi kurum ve örgütlerine takmalarından da ülkeye, dünyaya ve evrene hükmetme tutkularının olduğu görüntüsünü vermeye çalışıyorlar.
Bir başka aldatıcı görüntüleri, yurtiçindeki okulları gibi yüzlercesini dünyanın farklı din ve kültürlerine mensup ülkelerde açmış olmalarıydı. Bir yandan Türk, Türklük, Türkiye düşmanlığı yaparken diğer yandan her yıl düzenledikleri Türkçe Olimpiyatlarında, dış ülkelerdeki öğrencilerine öğrettikleri birkaç kelime Türkçe ile halkın sevdiği Tarkan, Barış Manço, Sezen Aksu gibi süper starların şarkılarını ve Türkçe ilahileri söylettiriyorlardı. Bununla da “Türk Bayrağını dünyanın her yerinde dalgalandırıyoruz, Türkiye’yi dünyaya tanıtıyoruz, İstiklal Marşını dünyanın her yerinde seslendiriyoruz” propagandasını yaparak milletin sempatisini kazanmaya çalışıyorlardı.
Halbuki “İyi eğitim veriyoruz” aldatmacasıyla İngilizce eğitim yapılan bu okullardaki çocuklara, tıpkı Türkiye’deki gibi ilerde yüksek makamlara geldiklerinde kendi ülkesine, anayasasına değil kendilerini yetiştiren tarikatın abilerine, imamlarına, şeyhlerine bağlı olmaları ve ülkelerini Amerikan dış politikası doğrultusunda yönetmeleri öğretiliyordu. Bunu Rusya kısa zamanda fark etti ve derhal kapattı. Ardından diğer birçok ülke aynısını yaptı.
AKP yönetimi, devleti tümüyle bu yapının kadrolarına teslim etmişti. Ne zaman ki AKP ile çıkar çatışmasına girdi bu kez iktidarı tümüyle ele geçirmek için şiddete başvurdu. İşte, seçilmiş AKP’nin elinden iktidarı almak ve devleti tümüyle ele geçirmek için millete ve milletin meclisine bomba yağdıranlar, bu cemaatin çaldığı sorularla ve referansıyla yerleştikleri okullarda milletin parasıyla general, amiral, pilot, vali, emniyet müdürü, hakim, savcı, politikacı vs olanlardır. Kumpas kuracak ve darbe yapacak makamlara, aklını teslim ettikleri bu cemaatin müfredatından geçerek gelmişlerdi.
Sırası gelmişken:
Türkiye bir yıl sonrasını düşünemediğinden buğday ekemeyecek, on yıl sonrasını düşünemediğinden bir meyve fidanı, bir buzağı büyütemeyecek, bir asır sonrasını düşünemediğinden de aklını kullanacak bir nesil yetiştiremeyecek kadar kötürüm durumda. Kötürümlükten kurtulması için de derhal bu üç aşamalı geleceğiyle ilgili bir planlamaya gitmelidir.
Diyanette reform yapmakla işe başlanmalı. Çünkü tarikatlar ve siyasi iktidarlar dini yozlaştırırken diyaneti de araç olarak kullandı. Devlet dinden elini çekmeli, din alanı tümüyle yurttaşların özgür kılınmış vicdanına bırakılmalıdır. İbadethaneler, takipçilerine terk edilmeli. Yapımı, bakımı (elektrik, su, temizlik vs.), onarımı, personel (imam, papaz, haham, dede) giderleri takipçilerince karşılanmalı. Devletin tek kuruşu dini faaliyetlere harcanmamalı.
Din adamı, ruhban sınıfı, ulema, ismi her ne olursa olsun dinden geçinen kimselere kamuda yer verilmemeli. Din ve vicdan özgürlüğü ile kimsenin inancını açıklamaya zorlanmayacağını hukuki güvenceye almış bulunan laiklikle ilgili yasalar titizlikle uygulanmalıdır. Kuruluş amacından sapan, bütün inançlara aynı mesafede durmayan diyanet, çağın çok gerisinde kaldığı ve Türkiye’nin de dünyanın gerisinde kalmasına neden olduğu, ayrıca bünyesinde tüm inançları temsil etsin söyleminin de artık gereği kalmadığı için tarikat, cemaat ve bağlantılarıyla birlikte kapatılmalıdır. Gönüllü yurttaşların finanse edeceği ibadethanelerin mali denetimi maliye bakanlığının, dini eğitim de tümüyle milli eğitim bakanlığının yükümlülüğünde olmalıdır. Ailenin vereceği eğitim hariç, din eğitimi kapsamındaki tek bir harf ve din ekonomisi kapsamındaki tek bir çöp dahi devletin denetimi dışında bırakılmamalıdır. Zira mevcut durumdaki gibi bir başıboşluk hepsinden önce dinin kendisine zarar veriyor.
Yeter; Türkiye, ülkesi ve milletiyle birlikte tarikat, ticaret, siyaset girdabına düşmüş kör cehalete daha fazla teslim olmamalıdır. Aksi takdirde, bulunduğu yer ile insanlık ailesinin saygın bir üyesi olması arasındaki mesafe gittikçe uzuyor!