Lağımı patlamış memlekette, koyunlara yayla yasağı

28.05.2021
A+
A-

Yaşar Kemal, “Bir karıncadan yola çıkarak tüm doğayı ve insanlığı anlatabilirsiniz” derdi. Biz de bugün memleketin bir köşesinde yaşanan küçük ve basit gibi görünen bir gelişmeden yola çıkarak memleketi anlamaya ve meramımızı anlatmaya çalışacağız.

Neredeyiz?

Memleket her tarafından tel tel dökülüyor. AKP’nin parti devleti kurumsal niteliğini yitirmiş olup çete yapılanmaları karşısında acze düşerek bir mafya liderinin tuğlasını çektiği duvarın altında kalmış. Bu hengamede tarımın dip yaptığını, çiftçinin çobanın kan ağladığını görmek istemeyen devletin bir kaymakamı, yapacak başka işleri yokmuş gibi elde avuçta kalmış birkaç koyunun yaylaya çıkarılmasına engel oluyor.

Dünkü haberlerden duyduk:

Tunceli’nin Çemişkezek ile Hozat ilçelerinde hayvancılıkla geçinenler, küçükbaş hayvanlarını kamyonlara yükleyip Erzincan’ın Refahiye ilçe sınırındaki yaylalara taşıyorlar. Haberde söylendiğine göre Kaymakam, kimsenin bilmediği bir sebeple ilçe sınırlarından içeriye sokmadığı kamyonlara balık istifi yüklü koyunları aç, susuz ve oksijensiz bir halde otuz saat bekletince, bir kısmı telef olan hayvanların, neyse ki imdadına Tunceli’nin komünist belediye başkanı yetişiyor ve hayvanları çobanlarıyla birlikte bir sonuç alınana kadar kendi merasında misafir edeceği sözünü veriyor.

Hayvan Hakları Yasası’nın olması ve harfiyen uygulanması da bir ülkenin gelişmişliğinin ölçüsüdür. Türkiye’de bunca talebe rağmen iktidar bu konuda da ayak diriyor. Mesleğimizle ilgili bir alan hakkında konuşacaksak eğer, ziraatçı olarak, Tunceli’de kaymakamın engeline takıldığı için üstü kapalı kamyonlarda bekletilmesi sonucu havasızlıktan ya da ezilerek ölen ve ait oldukları yaylalara çıkarılmasına izin verilmeyen koyunların yaşam hakkının, en az, memleketi bu çıkmaza sokanlarınki kadar önemli olduğunu söylemek isteriz.

Toprak nedir?

Demokrasileri gelişmiş saygın devletlerin, kendi milletinin huzuru, refahı ve geleceği için topraklarını doğal afetlere, içerideki ve dışarıdaki talancılara, teröre ve terörün gölgesinde yapılan uyuşturucu üretimi ile benzeri bölücü ve yıkıcı faaliyetlere karşı koruduğunu biliriz. Ama aklı başında bir devletin topraklarını bir üretim kaynağı olan koyunlardan, keçilerden, ineklerden koruduğu vaki değildir.

Uzun süren iktidarların, sahiplerini yozlaştırdığı ve halkı da lümpenleştirdiği dünyada bilinen bir gerçektir. Yerel yönetimler dönemi olan dibacesini saymazsak, yirmi yıldır iktidarda olan AKP’nin önce FETÖ terör örgütü ile birlikte devleti yönetmesi, bugün de mafya ve organize suç çeteleriyle olan beraberliğinin ortaya saçılması, sahiden de Türkiye’yi at iziyle it izinin birbirine karıştığı bir tiyatro sahnesine dönüştürmüş durumda ve herkes kendine biçtiği rolü oynuyor.

Yaylalar, ülkemizin topraklarıdır. Toprağa vatan gözüyle bakmazsanız, uyuşturucu ekip ölüm tarlalarına dönüştürmekten, haraç mezat satmaktan imtina etmeyebilirsiniz. Ama bir de Veysel’in görmeyen gözlerinden bakacak olsanız, vatanın da ötesinde sadık bir yar diye bakarsınız o toprağa. O toprak ki koyun verir, kuzu verir, süt verir. Bunlar da insana hayat verir. Bunların olmadığı yerde yaşamın izine de rastlayamazsınız zaten, en azından insanca olanın!

Yaşamın bir anlamı var mı?

İçinden geçtiğimiz süreçte, Türkiye’nin insanca yaşam ile insanlık dışı yaşam arasındaki tercihini yapması gerekiyor artık. Cervantes’in İber Çobanlarından Kemalettin Kamu’nun Bingöl Çobanlarına, Hz. Muhammed’in çobanlığından Süleyman Demirel’in çobanlığına tarihsel süreç ayan beyan ortada. Her Türk yurttaşı tarih önünde gönlünü bu çobanlara ve koyunlarına yayla yapacak kültürün insanı olduğunda ancak varlığındaki özün farkına varabilir ve kendisine toplumuna bir faydası olabilir. Toprağa, onun doğurganlığına ve yarattığı kültüre gönül verenler ancak vatanın, milletin, bayrağın, devletin anlamını ve kıymetini en iyi bilebilir ve bunları demokrasi kültürü ile taçlandırabilir.

Bu kültüre sahip olma erdemliliğinden yoksun olanlarsa şahsi çıkarlarını her şeyin üstünde tutarlar. Bunlar; vatan, millet, bayrak, devlet ve din gibi milli ve manevi kavramları her fırsatta dillerine pelesenk eder ama işledikleri suçların, günahların üstünü de bu yüce değerlerle örterler. Bunların da gönül verdikleri bir kültürü vardır elbet; Örneğin “Bu millet koyun sürüsü, bir çoban lazım. O da benim” diyen Vahdettin’in söylemindeki insanın insana kulluğu gibi. Vicdanı elverenin vatan, millet, bayrak adına devletin bir yerlerine çökmesi gibi. Ecdadın kanıyla yurt edinilmiş toprakların, arsa değeri kazandırılarak silahsız işgalcilere satılması gibi. Sıfır gümrükle bitkisel ve hayvansal ürünleri ithal ederek tarımın ve hayvancılığın canına okumak gibi. Bugün gösterimde olan ve pembe diziler gibi izlenen buna benzer daha birçok örnek verebiliriz.

Buraya nereden geldik?                  

1980 öncesinde sağ sol diye karşı karşıya getirdikleri halkı terörize edenler, 1980’de darbe yaptıktan sonra da etnik ve dini terör örgütlerin palazlanmasının yolunu açtılar. Böylece mera hayvancılığının verimli şekilde yapıldığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki yaylaların önemli bir kısmı terör bahanesiyle hayvancılığa kapatıldı. Hayvancılık yapma şansı kalmayınca insanlar bırakıp şehirlere göçtü. Hayvancılıkla ilgili hiçbir planlama yapmayan yöneticiler, zaman içinde yaylaları kısmi izinlerle açsa da bu kez memlekette hayvan kalmadı, hayvancılık bitti.

Ülkenin her tarafı Suriye’den, Irak’tan, Afrika’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan, dünyanın dört bir yanından ipini koparıp gelen terör örgütlerine, insan kaçakçılarına, mafyaya, organize suç çetelerine, zulalarındaki uyuşturuculara, yetmedi Kolombiya’dan gelen 5 ton kokaine açık ama elde kalmış birkaç koyununu dört aylığına atasından dedesinden kalma yaylasına götürmek isteyen bu toprağın insanına, bu milletin evladına kapalı!

Hayvancılığa bu kötülükler yapılmasaydı, bir zamanlar yaşadıkları bolluk içindeki yaylalarında doyasıya peynir yiyenler ve milletine yedirenler, bugün sığındıkları kent varoşlarında yokluk, yoksulluk içinde kıvranan işi olan veya olmayan kardeşleriyle birlikte, satın alıp alamayacağını dahi bilmedikleri ithal peynirin yolunu gözler miydi? Ülkemizin tarımda bu hale gelmesi tesadüf değildir. Bu sonucu doğuran sebepler, ilmek ilmek dokunan bir ihanet planının parçalarıdır.

Buradan nereye gideceğiz?

Türkiye’nin çiftçisi ve çobanı uyanmalı. Allah’ın emriyle ülkemizin bu kepazeliğe sürüklendiğini zannetmemeli. Hiç kimsenin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğuna inanmamalı. Emperyalizmin piyonu olan terör örgütleriyle daha önce iş tutup milleti yoksulluğa, ülkeyi yalnızlığa sürükleyenlerin bugün de mafya ve organize suç çeteleriyle aynı menzile yürüdükleri ve aynı niyetlerle devlete çöktüklerini anlamalı. Onların her zamanki “Milletimiz bizi affetsin” diyen pişkinliğine aldanmamalı. Bütün bu olup bitenlerden onların karlı çıktığını, zarar görenin kan kaybedenin de hep Türkiye ve Türk milleti olduğunu bilmeli.

Devlet, kişilerin inisiyatifiyle değil kurumlarla, kanunlarla yönetilir. Cumhuriyet sayesinde Türkiye’nin iyi yetişmiş insan kaynağı ve gelişmiş kurumları mevcuttur. Bu insan kaynağı dağıtılmış, atıl bırakılmış; kurumlar da peşkeş çekilmiş olabilir. Unutmayalım ki bakiyesi olduğumuz imparatorluk da yüz yıl önce aynı odaklarca, aynı amaçlarla, aynı strateji ve taktiklerle yıkıma sürüklenmişti. O durum ve koşullarda dahi memleketi ve milleti kurtarmayı kendine görev bilen birileri çıkmıştı.

Dava insanı veya dava arkadaşlığı diye bir şey olamaz. İnsanlar tek tek dava sahibi olmaya kalkarlarsa uğruna verecekleri kavgalar o ölçüde çeşitlenir ve dünyada kavgaların sonu gelmez. Oysa kavga insanın özüne aykırı bir fiildir. Kavganın olmadığı yerde insan insanlaşır. Onun içindir ki halkımıza bir yarar sağlamayan AKP iktidarı, ülkenin gündemini çıkardığı kavgalarla meşgul etmektedir hep. Çünkü kavgadan besleniyor ve iktidarda kalmak için de meşru olup olmamasına bakmaksızın, kavgasına malzeme olabileceğine inandığı her şeyi yapıyor.

Bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide ülkemizi ileriye götürecek kadrolar çoktur. Lakin işine gelmediği için iktidar bunları ötekileştirmekte, düşmanlaştırmakta ve baskılamaktadır. Yapılacak şey bu insanlara toplumun lokomotifi olma fırsatını vermektir. Türkiye’de bilgisizlik iktidara gelecek kadar örgütlü olduğuna göre, onu iktidardan uzaklaştırmanın yolu da muhalefet edecek tüm kesimlerin tek çatı altında örgütlü hareket etmesidir. Türkiye’nin bugünkü hedefinin “İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş demokratik parlamenter sistem” olduğu da aşağı yukarı netleşmiş durumdadır. Bütün namuslu yurttaşların bu amaç etrafında birleşmesi vazgeçilmez bir zorunluluktur.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi bir hanedanın mülkü veya bugünün şahsım devletleri gibi bir kabile devleti değildir. Bir çağcıl ulus devlettir. Bugün içinde bulunduğu durum ve koşullar onun yürüyüşünü yavaşlatmış olabilir, velev ki durdurmuş olsun, bu onun çökeceği, yıkılacağı anlamına gelmez. Çünkü aynı sıkıntıları yaşayan dünya kamuoyunun önemli bir bölümü, kendi sıkıntılarından kurtulmanın çaresini Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde ve o felsefeyi oluşturan Atatürk’te arar oldu. Bütün dünya bir Atatürk arıyor. Hal böyle iken nimetlerinden yüz yıl boyunca onuruyla yararlanmış Türk milletinin bu Cumhuriyeti kaybetmek istemeyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. AKP’ye bugüne kadar oy verenler de dahil.

Türkiye Cumhuriyeti müktesebatı geniş, büyük ve köklü bir devlettir. AKP iktidarı bu devleti yönetemiyor. Çünkü onu yönetebilecek liyakate ve kapasiteye sahip değildir. Onun için dönüştürmeye çalışıyor. Mensupları kamuoyunun önüne çıkmaktan, ülkenin sorunlarını halka açık platformlarda tartışmaktan dahi imtina ediyor. Sadece ele geçirdikleri devletin ve medyanın gücü ile milleti kendine itaate zorluyorlar. Ancak saldıkları korku ve ettikleri tehditle milleti sindirmeleri ve iktidarının ömrünü uzatmaları mümkün görünmüyor artık.

Milletin başını döndüren iktidar ile suç örgütleri arasında bugünlerde yaşanan salvolara, birilerinin talimatıyla yüzünü kapatmış olan Türk yargısı da sonsuza kadar Serez’in Esnaf Çarşısı gibi dilsiz, kör ve sağır bir şekilde seyirci kalmanın utancını kaldıramayacaktır. Çünkü hukukun olmadığı yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin güvende olamayacağını en tecrübesiz yargı mensubu dahi bilir.

Tarım nedir?

Tarım ülkemizin kaderidir, aynı zamanda şansıdır. Tarım, bazı bilgisizlerin veya art niyetlilerin iddia ettiği gibi sanayide, endüstride, bilişimde, sosyal ve kültürel hayatta ileri gitmeye engel bir şey değildir, bilakis o alanlardaki gelişmeler için destekleyici bir unsurdur. Eğer ülkemizin gündemini meşgul eden ve sadece iktidardakilerin yerinde kalmasına hizmet eden bütünüyle kirli şeyler yerine tarım konuşulsaydı, iyileştirilseydi, güçlendirilseydi, Türkiye kesinlikle Amerika’dan, İtalya’dan, Fransa’dan, Hollanda’dan geri olmayacaktı.

Onun için ülkemizin güvenlik, adalet, sağlık, eğitim gibi öncelikli konularına tarımın da eklenmesi ve yeterince desteklenmesi kaçınılmazdır. Tarımda dışa bağımlı olmaktan, açlık riskinden ancak o zaman kurtulabilir Türkiye. Çiftçinin yüzünün gülmesi, insanların köyüne toprağına geri dönmesi o zaman mümkün olacaktır. Ülkemizin dağlarına, meralarına, yaylalarına, ormanlarına çöreklenen yerli ve yabancı haramilerin önüne o zaman geçilebilecektir. O zaman, huzur gelecektir ülkemize; kırsaldan kentlere doğru esen ve tüm halkımızı sarıp sarmalayan ferahlatıcı bir meltem misali.

Eski yaylalar, eski bayramlar gibiydi:

36-42 derece kuzey enlemleri ile 26-45 derce doğu boylamları arasında yer alan yurdumuz genel anlamda ılıman sayılabilecek bir iklime sahip olsa da topoğrafik yapısı, biri deniz diğeri karasal olan iki iklimin yaşanmasına sebep olmaktadır.

Karasal iklim, küçükbaş hayvan yetiştiriciliği bakımından özellikle İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaz aylarındaki sıcaklar nedeniyle sürülerin serin yaylalara çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Tarih boyunca Anadolu’nun iç kesimlerinde hep böyle olurdu:

Nisan’ın başında karlar erir, bir aylık sürede dağların eteklerini ve tepelikleri çayır çimen bürürdü. Mayıs’ın ilk günlerinden itibaren de yayla yolları bir bayram havasında koyun, keçi, kuzu, oğlak ve çığırıp onları yürüten çoban sesleriyle şenlenirdi. Yörüklerin, Türkmenlerin, Kürtlerin, Çerkezlerin gelinlik kızları, yağız delikanlıları, bebeleri, neneleri, dedeleri, hepsinin atları, develeri, kedileri, köpekleri, tavukları, tabakları birbirine karışırdı, Anadolu yaylalarında.

Bir kış boyu onların hasretini çeken dağlar, yayla zamanı bayram ederdi. Dağların güneyleri, gölgelikleri, yarıkları, dorukları; vadiler, kanyonlar, düzlükler, yarlar gelen konuklarına kucak açardı. Dağların dibinden doruklarına bin bir renk ve bin bir kokuyla açan birbirinden ala çiçek, gelenlere selam dururdu. Yer ile gök arasındaki bütün sesler bir cümbüştü o yaylalarda.

Bir bereket fışkırırdı o yaylaların efendisi olan koyunların, keçilerin memelerinden. Millete saadet getiren bu bereket, devletin hazinesine de irat kaydedilirdi. Anlayacağınız dağ taş memnundu halinden Anadolu yaylalarında. Bunu herkes bilirdi ve ülkenin valisinden kaymakamına, çobanından başbakanına bu memnuniyet bütün milletin ortak eseri, ortak sevdasıydı.

Peki, memnun olmayan kimdi ki yaylaları öksüz, konuklarını yetim bıraktılar?

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.