Milliyetçilik ve demokrasi vazgeçilmez dinamiklerimizdir
Osmanlı’nın askeri mağlubiyetleriyle başlayan yenileşme –batılılaşma hareketleri, Türk milleti için farklı çözüm reçetelerini de beraberinde getirmişti. O günlerin tartışılan ya da önerilen akımları Osmanlıcılık, İslamcılık, batılılaşma ve Türkçülük olarak karşımıza çıkıyordu.
Fransız ihtilali ile başlayan ve bütün dünyayı saran milliyetçilik akımları milli devletlere giden bir süreci tetiklemişti. Bu anlayış, Osmanlı devleti ve onun gibi imparatorluklarında sonunun kaçınılmazlığının habercisiydi. Osmanlı İmparatorluğu için ne Osmanlıcılık ne İslamcılık, ne de Batıcılık bir çözüm olamazdı. Zira bu anlayışlar ne zamanın ruhuna uygun düşüyor ne de geleceğin toplum tasavvuruna çözüm oluyordu.
Toplumsal değişmenin Kıta Avrupası’nda başlayan ruhunu ve gelecekte Osmanlı’nın bütün çabalara rağmen sonucunu da belirleyeceğini kavrayan Türk aydını, kurtuluşu milli devlet sürecinde buluyordu. Bu durumu iyi okuyan Avrupa ve dünyada ki gelişmeleri daha iyi takip eden aydınlarımız ve bürokratlarımız düşüncelerini 18. yy ile başlayan süreçte hep dillendiriyorlardı. Cumhuriyet kurulmadan önce cumhuriyetle ilgili Rumeli başta olmak üzere birçok yerde muazzam bir fikri alt yapı ortaya çıkmıştı. Nitekim Cumhuriyeti kuran irade Rumeli ağırlıklı Türk aydın grubu tarafından temellendirilmiştir.
Cumhuriyetle birlikte Türk milleti; dili, kültürü ve medeniyeti ile kendi değerleri üzerinde inşa edilecek özgün bir devlet yapısına sahip oldu. Türk milletinin imparatorluk bakiyesinden gelmesi ve tarihi hoşgörüsü en ideal olan layık demokratik devlet anlayışıyla şekillenen milletleşme sürecini başlattı. İlk kez insanımız kul olmaktan kurtulup şahsiyetli bir fert halini almıştı. Asırlarca din adı altında kadını sosyal hayattan uzaklaştıran ve İslam olarak sunulan aslında İslami hiçbir özelliği olmayan bedevi- Arap kültürüne de son veriyordu. Sosyal hayatımızda buna benzer yüzlerce örnekle insanımız değerli bir varlık haline getirilmiş oldu.
Bedevi –Arap kültürüne isyanı Mehmet Akif Ersoy;
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.” şeklinde belirtiyordu.
Marksist-Pozitivist yaklaşım mensuplarının düşüncesini de yazar şöyle ifade ediyordu.
“Ne mucize, ne fisun,
Ne örümcek, ne yosun,
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter.”
Bu anlayışların kökleri Osmanlı devletinin çözülme sürecine kadar gider. Abdullah Cevdet gibi nice yazar-çizer bu akımların piridir.
Peki, bunları neden dile getiriyorum? Bugün yaşadığımız sıkıntıların geçmişten bize devredilen hastalıklardan kaynaklı olduğunu unutmamamız lazımdır. Ondan ifade ediyorum.
Cumhuriyetle birlikte din ve komünizm eksenli militarist yaklaşımlar sürekli devleti ele geçirerek, cumhuriyetle başlayan milletleşme sürecini sonlandırmayı hedefliyorlardı. Din adına ortaya çıkanlar İslam’ı değil bireyi biate mahkûm eden zorbaların kulu olarak gören bir ilkel anlayışın savunucularıydı. Kimi Arap-bedevi geleneklerini kimi Marksist diyalektikte ifadesini bulan proletarya manifestosunu milletimize çözüm olarak sunuyordu. Her iki yaklaşımın da belirgin özellikleri vardı, beynelmilelcilik ve aidiyetsizlik gibi millet realitesini ortadan kaldıran bir hüviyet taşıyorlardı.
Genç cumhuriyetin kurulmasından kısa süre sonra Marksist-pozitivist anlayışlar bilimsellik adı altında Türk kültürüne savaş açmaya başladı. Oysa Cumhuriyet Türkiyesi Türk milliyetçiliği fikir sistemi ile vücut bulmuştu. Pozitivist- jakobenci yaklaşımın baskıları zaten cumhuriyete düşman olan sözde İslamcı cenahın adeta can suyu oldu. Bu iki yaklaşım ne demokrasiyi ne de toplumsal barışı vaat etmeyen, sadece ötekileştiren bölücü bir tavır sergiliyorlardı. Demokrasi onlar için hedefe ulaşma aracı olmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu.
Diğer yandan siyaset bilimi olması gerekeni değil olanı inceleyen ve bu olgular üzerinden toplumları geleceğe taşımayı hedefleyen bir bilimdir. Siyaset bilimini de bu arızalı yaklaşımlar umursamıyordu. Biri “asrısaadet” diğeri “ilkel kominal toplumu” (Güya sınıfsız toplum yani Komünizm oluşturacaklardı.) hedefliyordu. Toplumu geleceğe değil geçmişe götüren arızalı yaklaşımlar… Biri dini istismar aracı diğeri emeği istismar aracı olarak kullanarak milyonların ölümüne sebep oldu ve olmaya devam ediyorlar.
Ülkemizin 15 Temmuz darbe teşebbüsü de bu arızalı yaklaşımların ve ideolojik bağnazlıklarının sonucu ortaya çıkmıştır. Tepeden tahakküm ve karşıt düşman oluşturma refleksi bu yaklaşımların topluma sadece kan ve gözyaşı dışında bir şey getirmediğini de son hadiseler bize göstermektedir.
İster sahte İslamcı, ister Marksist -bölücü unsurlar olsun demokrasiyi sadece hedefe ulaşmak için bir araç olarak kullandıkları söz ve eylemleri ile de anlaşılmaktadır. Fetö terör örgütü ve HDP buna en somut örneklerdir.
AKP iktidarı hakkında bu arada birkaç cümle yazmamız gerekmektedir. Fetö terör örgütünü hedefine ulaşmak için kullanarak bugünlere getirdi. Pasta kavgası birbirlerine düşmelerine sebep oldu.
Eğitimde uygulamaları demokrasiyi değil gelecekle ilgili ajandasının tıpkı diğerleri gibi olduğunu göstermektedir. Sanayileşen bir ülkede meslek liselerine ağırlık vereceğine adeta bütün liseleri İmam hatip liselerine dönüştürmesinin gerekçesini hem de velilerin çocuklarını zorla o okullara kaydettirerek yapan bir anlayışı başka nasıl açıklayabiliriz. Evet, bu iki arızalı yaklaşım ülkeye kan, gözyaşı ve yıkım dışında hiçbir şey getirmemiştir.
Diğer yandan kurulan milliyetçi Türkiye’de kadına 1934 yılında seçme ve seçilme hakkı veren zihniyet ile bugün milliyetçilik adına teşkilatları kapatan, delegelerin iradesini yok sayan arkaik zihniyet var karşımızda…
Milliyetçilik ve demokrasi Türk milleti ve kurucu felsefesinin iki temel dinamiğidir. Birini diğerine tercih edemediğimiz gibi Türk milletinin mutlu, müreffeh yarınlara ulaşmasını da sağlayan en büyük güçtür, Milliyetçilik ve demokrasi…
Bugün, Türk milletine dayatılan partili Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi de Türk milletinin demokrasi ve hukuk anlayışını yok etmeye yönelik emperyal güçlerin bir projesidir. Bu sistem; Cumhuriyetle elde edilen kazanımların sonlandırılması ve demokrasi değerlerinin yok edilmesi üzerine inşa edilen totaliter bir anlayışa ülkemizi götürmektedir.
Partili Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi ile ülke açık cezaevine dönüşmüştür. İnsanlarımız yarınından tedirgin, hukuk rafa kalkmış, keyfilik esas alınmıştır. Sosyal fay hatlarımızda kırılmalar yaşanmakta, ekonomik kriz, eğitimde yaşanan facialar, dış politika dahil olmak üzere devlet kurumları darmadağın olmuştur.
Bütün bu tarihi tecrübeler bize şunu gösterdi. Türk milleti yeniden kurucu felsefesinin ayarlarına dönmek, Üniter yapısını tahkim etmek, parlamenter sisteme geçerek kuvvetler ayrılığını denge- kontrol sistemi içinde yeniden tesis etmek zorundadır. Milli devlet sözleşmesi üzerinden milletleşme sürecini demokrasi ve sivil toplum örgütlenmeleriyle yeniden tasarlayarak tamamlamak zorundadır. Millet iradesini esas alan, milletin huzur ve refahını kendine hedef seçen, olgularla temellendirilmiş demokratik, laik, sosyal devlete dayanan, referansı sadece Türk milleti olan Türk milliyetçiliği ile Türk milletini milletler ailesi içinde şerefli bir yere taşıyabiliriz.
Kurtuluşumuz milliyetçilik ve demokrasidedir.