Şah ile Sultan’ın Mirası
Türk ve dünya kamuoyunun gözleri bugünlerde İran’daki gelişmelere çevrildi.
Türkiye’nin bu gelişmelerden çok ders çıkarması gerekiyor zira gittiği yoldan, İran dönüyor.
Konu, hala başörtüsü: Tanrının kadın cinsine yönelik emri olduğunu iddia eden bir kesimin, bu iddialarını devletin gücü ile birleştirip, başörtüsü üzerinden kendince sınırlarını belirledikleri bir yaşam tarzını toplumun tümüne mal etme isteğidir. Oysa dini kurallar, hukuk gibi somut olgulara dayanmadığı için lastik gibidirler; gücü ele geçirenler, onları kendi çıkarlarının gerektirdiği her yere çekebilir.
Aslında her iki ülkenin ortak sorunu olan başörtüsünün kaynağı da aynı. 1514’de Çaldıran’da iki Türk hanedan devleti arasında bir savaş oldu. Safevi hanedanı Şah İsmail, Osmanlı hanedanı ise Sultan Selim’di. İsmail, Selim’in ateşli silahlarına yenildi, savaşı kaybetti, bugünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi tümüyle Osmanlı topraklarına katıldı. Oradan Memlukların üstüne yürüyen Selim, Kahire’den İslam halifesini de alıp Payitahtına getirdi.
Büyük Selçuklu’da iktidarın ortağı, devleti muhkem kılan hokkaydı. Bu ortaklığı kuran, Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’tü. Çaldıran’dan sonra Osmanlı’da halkı daha kolay yönetmek ve iktidarı sürekli güçlü tutmak amacıyla Avrupa’da kilisenin yaptığı gibi din iktidarın payandası yapıldı. Sultan Selim, Arap selefi coğrafyasında insanları din ile aldatmayı beceren kim varsa hepsini halife ile birlikte payitahtta topladı. Kadılıktan şeyhülislamlığa kadar birçok görevle şereflendirdi.
Bu selefi troller, bir Arap İslam geleneği olan kayıtsız şartsız biat etme kültürünü Osmanlı toplumuna yerleştirdi. Ağır vergiler başta olmak üzere çeşitli nedenlerle az buçuk yönetime direnen Anadolu medeniyetlerinin özgür ruhlu insanları ile Safevilerden yana olan Türkmenleri, Sultan’ın isteği üzerine dini fetvalarla zındık ilan edip ötekileştirdi. Boyun eğenler kula kul olup canını kurtarırken eğmeyenler canından, malından oldu.
Sultan Selim’in, Arapların ilkel yaşam kültürü olan ehlisünneti bu şekilde İslam diye tebaasının hayatına sokması üzerine, Şah İsmail de aynı yaşamın içindeki bir aile olan ve Arapların kendisine acı çektirdiği ehlibeytin (Peygamberin ailesi) yaşadığı dramı İslam diye kendi uyruğuna dayatarak Şiiliğin temellerini attı. Bunu her ikisi de Ortaçağ Avrupa’sını aratacak şekilde kılıç zoruyla yaptı.
Şah İsmail,
“Bir kandilden bir kandile atıldım,
Türap olup yeryüzüne saçıldım,
Bir zaman hak idim hak ile kaldım,
Gönlüme od düştü yandım da geldim”
dizeleriyle herkesten önce Büyük Patlamayı yani evrenin doğuşunu anlatır gibiydi. Tarihin en zeki hükümdarlarından biriydi. Ama bilimsel düşünen bu aklıyla ve bu arı duru Türkçesiyle insanlığa faydalı işler yapacağına, hanedanlığını ayakta tutmak için Peygamberin ailesini ululaştırmakla yetindi. Bunun da hiç kimseye yararı olmadı, bilakis zararı oldu. Hata yaptığını anlayıp, kendisine “Hatayi” mahlasını takarak köşesine çekilmiş olsa da artık iş işten geçmişti. Selim’le birlikte yaptıklarının ceremesini din ile aldattıkları masum insanlar ödemeye devam ediyor, hala.
Şah’ın ve Sultan’ın kendi bekaları uğruna insanları birbirine kırdırmaları, cihanşümul birer Türk imparatorluğu olan devletleriyle sınırlı kalmadı, ön Asya ile Ortadoğu’nun tümüne yayıldı. Bölgede zıvanadan çıkan bir din anlayışı gelişti. Her biri birer menfaat şebekesi ve iktidarların payandası olan yeni tarikatlar, yeni güç merkezleri doğdu, eskileriyle birlikte büyüdü ve bu odaklar Selçuklu’da olduğu gibi Osmanlının da Safevinin de yıkımına sebep oldu.
Nihayet yüz yıl önce, insanlık müktesebatının ileri seviyedeki evrensel değerlerinin çağcıl ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiydi. Laik olması, bugüne kadar hep istismar edilen din ve vicdan özgürlüğünün teminatı içindi. Çağdaş hukuk işletilerek tarikatlar kapatıldı. Kara çarşafta, sakalda, sarıkta, tekkede değil insanın vicdanında olması gerektiğinden hareketle, din, şarlatanların elinden alınarak olması gereken yere, yurttaşların özgür bırakılan aklına ve vicdanına teslim edildi.
Başta İran olmak üzere yoksulluğun, cehaletin pençesinde kıvranan mazlum Asya ve Afrika ülkeleri de ekonomik ve din sömürüsünden kurtulmak için Türkiye’nin izinden gitmeye başladı. Ancak bu durum, sömürgeleri oldukları emperyalist ülkelerin işine gelmedi, Atatürk’ün ölümünden sonra tarikatları yeniden hortlatarak birlikte Cumhuriyete saldırmaya başladılar. Onların derdi din değil dine giydirdikleri simgeler üzerinden barışın, huzurun gelmesine izin vermedikleri bölgenin zengin kaynaklarını kontrolleri altında tutmaktı.
Emperyalizmin desteğinde, şahsi çıkarlarını milletin huzuru ve devletin bekasının önünde tutan iktidarlarla tarikatlar, Anadolu kadınlarının birbirinden güzel geleneksel başörtülerini reddederek, dini bir simge haline getirdikleri türban üzerinden saldırdıkları Cumhuriyetin demokratik, laik, sosyal ve hukuki yapısını devre dışı bırakmayı, ordusunu ve polisini yıpratmayı başardılar.
Firdevsi, Türkleri ve İranlıları aynı babadan olan iki kardeş olarak belirtir Şehname’de. Rıza Pehlevi’nin 1934’teki Türkiye ziyaretinde, Atatürk’le birlikte izledikleri Şehname’den uyarlanmış tiyatro oyununda, birbirlerini kaybetmiş iki kardeşin buluşma anı biraz bekletilir, seyirci merakta bırakılır, oyuna dahil olan Atatürk’le Pehlevi o kardeşleri temsilen sahneye çıkıp kucaklaştıklarında salon alkıştan kırılır, öyle duygusal bir an yaşanır ki oradaki herkes gözyaşlarına boğulur.
Evet, Türklerle İranlılar gerçekten dünyanın en güçlü aktörleri olmayı hak eden iki kardeş halk. Çünkü yeryüzünün en değerli kültürlerini yaratan iki halk. Ama bu iki kadim halkı yönetenlerin, dünyanın medeni halkları arasında kendi halkına yer bulmak gibi bir hedefleri varsa bu mümkün olur. Yoksa yalanla, talanla, zulümle kurdukları iktidarlarını, uydurdukları dinin sembolleriyle korumaya kalktıklarında içeride ve dışarıda bir arpa boyu yol alamaz, her konuda insanlığın gerisine düşerler. Amin Maalouf’un deyişiyle çiçekleri de kendi bahçesinde değil batının bahçesinde açar.
Nitekim bugün öyle bir durumdalar: Düşürüldükleri sefil durumu Victor Hugo mezarından çıkıp gelse anlatmakta güçlük çeker. Ahlak polisi sıfatıyla, kılık kıyafeti dine aykırı diye sokakta kadınların öldürülmesi ya da bizdeki gibi tarikat mensuplarının sokakta, plajda kıyafet ve davranış kontrolü yapmayı üzerine vazife bilmesi bu çağda insan aklına ziyan! Kendilerine Allah’ın ayetleriyiz deyip cenneti vaat ederek iktidarı ele geçiren mollalar seküler İran’ın, demokrasi havarisi kesilerek ileri demokrasi vaat edip iktidara kurulan İhvancılar da laik Türkiye’nin yıkımına sebep oldular.
Köklü, zengin kültürlerin harman olduğu Acem ve Anadolu toprakları üzerinde insanları ve hayatı tümden esir almış bulunan türban, bir zaman şahların, sultanların, monarşilerini korumak için uydurdukları dini yorumlardan bugünkü mollalara ve neo-patrimonyal sultanlara kalmış miras gibidir.