Şehit öğretmenin eşinden göz yaşartan mektup…
Muş-Bulanık, Okçular Köyü’nün tam orta yerinde, kayısı ağaçlarıyla bezenmiş, toprak damlı, küçük bir ev. Önce Hanife Anne’nin çığlıkları, daha sonra da bir çocuk ağlaması. Bahçede, tasalı ve meraklı bir adam. Adımları hızlı, bir ileri bir geri. Evden soluk soluğa çıkan bir çocuk. “Müjdemi isterim Derviş Amca, müjdemi isterim. Bir oğlun oldu, nur topu gibi.”
Derviş oturdu, kayısı ağacının dibine. Yasladı sırtını, büyüyünce yeni doğan oğlunun umutlarına yaslanır gibi, kayısı ağacına. Derviş Baba sevindi, iki damla göz yaşı düştü toprağa. Suladı kayısı ağacını, dallarında yeni çiçeğe durmuş kayısıları.
Aldı eline bir kayısı dalı. Yazdı toprağa; Sait…
Kalktı ayağa; “Adı Sait olsun…’’
Sait, soyadı gibi hiçbir şeyden korkmadan büyüdü ve ilk okula başladı. Öğretmenine hayrandı. Kararını verdi ve büyünce, o da öğretmeni gibi çocukları aydınlatacak, dünyaya ışık saçacak, yani öğretmen olacaktı…
*Zübeyde Hanım Şehit Analarını Koruma Vakfı’na ziyarete gitmiştik. O dönem Vakıf Başkanı Meral Akşener idi. Hayli keyifli geçen 1 saatlik sohbetten sonra, kilitli bir dolapta, itina ile paketlenmiş, kolileri çıkararak Gazeteci Yazar Ünal İnanç’a teslim etti.
Meral Akşener, “Aslında hiç kimselere vermeye kıyamadım bunları. Her elime alışımda yüreğim bir tuhaf oluyor, içimde fırtınalar kopuyor. Ne zaman elime her hangi birini alsam, göz yaşlarıma hakim olamıyorum. Okumaya gayret ediyorum; fakat yüreğim dayanmıyor. Okuyamadığım için size vermeye karar verdim. Bu kolilerde duran mektuplar, şehitlerimizin ailelerine yazmış oldukları son mektuplar. Şehitlerimizin ahirette olduğu gibi, bu dünyada da yaşaması gerekli. Yeni nesillerimize, bu toprakların nasıl ayakta kaldığını öğretmeliyiz. Bu mektupları alın ve en güzel bir biçimde değerlendirin. Size itimadım tamdır” derken, yine göz yaşlarına hakim olamamıştı.
Eve gelip mektupları okumaya başladığımda, Meral Akşener’in ne demek istediğini anlamıştım. Gerçekten yürek dayanmıyordu. Yurt insanı daha rahat yaşasın diye, genç yaşlarında kendilerini feda ederek, toprak altına giren vatan evlatlarının kalemlerinden çıkan kelimeleri okumak bir hayli yıpratıcı ve zor oluyordu. Aynı kaderi paylaşan ve onların şehit olmasına bizzat şahitlik eden biri olarak, göz yaşlarıma hakim olmak mümkün değildi. Yine de okumam gerekiyordu. Elime aldığım bir mektup, içimi son derece acıtmıştı.
Bu mektup bir öğretmen şehidimizin eşindendi:
Aklime Korkmaz…
“Eşim 1993’de Mustafa Kemal Üniversitesi’nden mezun oldu. 15.02.1994’te eşimin görev yeri elimize geçti. Eşimi Ağrı’nın merkezindeki bir ilköğretim okuluna vermişlerdi. Eşimin ataması elimize geç geldiği için eşimi Ağrı’nın Doğubeyazıt Kazan Köyü’ne atamışlardı. Bunun sebebi Ağrı’ya 1 gün geç gittiği içindi. Eşim büyük bir heyecanla gitti. Öğretmen olduğu için mutluydu. Çünkü çocukları çok seviyordu.
Okurken en büyük hayali, doğuya gidip oradaki çocuklara ders vermekti. Eşim görev yerine gidip iki gün kaldıktan sonra geri geldi, çünkü evi götürecekti. Bana dedi ki; “Bak hanım istersen sen gelme, çünkü doğunun şartları çok zor. Yollar bozuk, köyde su yok, okul yok, okul ve lojman tamirat ister” dedi. “Ama siz olmadan da ben yapamam” diye bana söyledi. Ben dedim ki; “Sait istersen bir dağın başında olsun, istersen kalacağımız yer kümes olsun, sen neredeysen ben ve kızım yanındayız.”
Çok mutlu oldu sözlerime. Doğuya gittiğimizde o zor şartlar altında yine de çok mutluyduk. Ta ki o kara akşam gelinceye kadar. 29 Eylül 1994 akşamı eşimle yemek yedikten sonra sohbet ettik. İkimiz de kızımızı çok seviyorduk. Kucağımıza alıp sevmeye başladık. Ben hamile olduğum için çok hastaydım. Köyde su olmadığı için köydeki pis sular sebebiyle ben tifo kapmıştım. İlaç kullandığım için ayakta duramıyordum. Eşim, ben ve kızımdan yatmamızı istedi. O gün milli takımın maçı olduğu için ‘’ben izledikten sonra yatarım’’ dedi.
Ben uykudaydım. Kapının çok sert çalındığını duydum. Ben zannettim ki ‘köylülerden biri hasta’ diye kapı çalıyorlar. Yataktan kalkıp baktığımda eşim kapıyı açmış, iki kişi elleri silahlı ve tam donanmış kişilerdi. Ellerinde telsizleri de vardı. Ben ve eşim çok şaşırmıştık ve şaşkındık. Kendi kendime sordum; “bunlar kim? neden bize geldiler?”
Adamlar içeri girip oturduktan sonra ben kızımı mahsustan uykusundan uyandırıp tuvalete götürdüm. Adamlar kızımızı görüp, bize bir şey yapmazlar diye düşündüm. Biraz konuştuktan sonra eşime “bizi kapıya kadar geçirir misin?” dediler. Eşim ve ben balkona çıktık. Bize dediler ki; “dışarının lambasını kapatın evinizden çıktığımızı kimse görmesin.” Kapımızda bir köylünün köpeği duruyordu. Adamlar eşim ve bana “şu köpeğe ekmek verin bizi ısırmasın” dediler. Ben ve eşim ekmeği alıp köpeğe verirken eşimi çağırdılar, “hoca gel, sana bir şey diyeceğiz” dediler. Eşim giderken hiç aklıma gelmedi öylesine iyi bir insanı öldürecekleri. Adamlar 2 metre ileride duruyorlardı. Eşim yanlarına gitti. Birden kurşun sesleriyle birlikte eşim ‘’Ayten’’ diye bağırdı ve ben balkondan koşup lambayı açtım. Zannettim ki havaya ateş ediyorlar. Eşimi ayakta beklerken onu yerde can çekişirken gördükten sonra eşime doğru koşup ona sarılıp ve bağırdım; “beni de öldürün” diye ama ortalıkta kimse yoktu. Eşim o haliyle bana işaret ediyordu; “korkma yaşıyorum ben” diye.
Başımdaki yazmayı sağ göğsündeki kurşun yarasına bastırdım kan kaybetmesin diye. Bağırıyordum, “ölme ne olur, çocuğunu gör” diye. Karnına vurup duruyordum; ‘ne olur Azrail gelmesin’ diye bağırıp Allah’a yalvarıyordum, Sait ölmesin diye. O an içeri koşup el fenerini alıp köye koşup yardım istiyordum. Bütün kapıları çaldım. Kimse yardım etmiyordu. Ben de kapı ve pencereleri kırıp yardım istedim. Köylüler beni kovuyorlardı. “git başımıza bela mısın” diyorlardı. Eşimin yanına koşup geldiğim zaman kızım, “ne oldu anne, neden bağırıyorsun?” dedi. O an ona ne söylediğimi hatırlamıyorum. Kızımı sürekli orda bırakıp tekrar tekrar köye yardım istemeye gittiğim zaman kızım koşup içeri giriyordu. Benim geldiğimi duyunca tekrar dışarı çıkıyordu. Yine köye koşup bu defa köyün erkekleri ve gençleri korkuyorsa bari kadınlar yardım etsin diye yalvardım. Çünkü kadınlara zarar vermezler diye düşündüm ve hepsine yalvarıyor, “bana birşey yapmadılar size de yapmazlar” diye söyledim. ‘Ne olur biriniz bana bir at arabası verin, eşimi şehre götürüp tedavi ettireyim. Eşim sizin çocuklarınız için buradaydı’ diyor ve yalvarıyordum.
En sonunda baktım ki kimse bana yardım etmeyecek, eşimin yanına geldim. Başını dizime koydum. Baktım ki eşim can veriyor, dudaklarını suyla ıslattım. Eşime kelime-i şahadet getirttim. Kalkıp eşimin başının altına bir minder koydum. Üstünü örttüm. En sonunda köy muhtarının kardeşi gelip “ölmüş kızım, gel gidelim bize” dedi. Önce gitmedim, eşimin başında kalmak istedim. Sonra düşündüm eşim zaten vefat etmiş, hadi adamlar geri dönüp bana ve kızıma kötülük yaparlarsa diye düşünüp, kızımı aldım ve köy muhtarının kardeşinin evine sığındım.
Şimdi düşünüyorum ki; evimizin köye uzak olmasından başka aramızda bir dere vardı. Dört buçuk aylık hamile olduğum halde, kim bilir kaç defa göğsüme kadar sulara gömüldüm, köylülerden yardım istedim. Ben ki köyün vahşi köpeklerinden korkuyordum, o gece köpekler benim feryadımdan korkup kaçıyorlardı. O kadar mücadele etmeme rağmen eşimi kurtaramadım.”
Aklime Korkmaz, Adana’da yaşamını devam ettiriyor. Şehit öğretmen eşinin anılarını hep taze tutabilmek için, bir okulda çalışmaya başlamış. Çok zor günler yaşadığını belirten Aklime, “Ben bir şehit eşi olmaktan gurur duyuyorum. Çünkü şehit mertebesi en yüce mertebedir ama acımız çok büyük ve ölene dek unutulmaz.
O gece ben çok şeyler yaşadım. Hepsi bir birinden acıydı. Yaşadıklarımı anlatsam sayfalara sığmaz. İki çocuğum için yaşıyorum artık” diye sözlerini gözyaşları içinde bitiriyor.
* Değeri ve kıymeti sayfalar dolusu kitaplara sığmayacak olan, her birinin elleri öpülesi öğretmenlerimiz; sizi bir gün değil, her gün yüreğimizin en güzel köşesinde taşıyacağız. Gününüz kutlu olsun.