SOYKIRIM!
Osmanlının 1915’te Ermeni halkına soykırım uyguladığına dair tarihi ve hukuki dayanaktan yoksun söylemi siyaseten kayda geçiren ülkelerin sayısı ABD ile birlikte 31 oldu.
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?
Öyküleştirilen bazı olaylar, görüşler veya düşünceler siyaseten kamuoyunda uzun süreli tartışmaya açılır. Belli menfaatler karşılığında bir kısım insanlar bunların abartıdan çok gerçek olduğuna inandırılır. Gün geçtikçe aynı konu etrafında bölünen insanların keskin birer taraftar olması sağlanır. Belki de iyi niyetli bir yaklaşımla, az bir emekle ve kısa zamanda halledilmesi gereken bir mesele, artık herkesin gözünde çözümü imkansız bir sorun halini alır. Sonra bu sorunlar, dünyayı zapturapt altına almanın aracı haline getirilir.
Emperyalizmin sermayesi, etnik ve dini gruplar arasında yarattığı kin ve düşmanlıktır. Binlerce yıl aynı topraklar üzerinde kader birliği yapmış bir toplumu ayrıştırıp, topraklarını işgal ederek o toplumu bir sömürgeye dönüştürmektir işi.
İşgal altındaki Anadolu’da Ermenilerin bir kısmı işgalcilerle işbirliği yaparak kuşatmayı doğu cephesinde işgalcilerin lehine dönüştürmeyi başarmıştır. Çöken imparatorluğun yönetimindeki kudretli bir odak, ülkeyi kaybetmenin telaşıyla kısmi tehcir kararı alınca da zaten bozguna uğramış memlekette Çerkez’inden Pontus’una, Laz’ından Kürt’üne herkes bundan kendine bir pay çıkarmış ve kısa süreli kanlı bir süreç yaşanmış. Bu topraklardaki tüm etnik ve dini grupların dramı ve trajedisi olarak tarihe geçen bir ortak acıdır bu yaşananlar.
Bunun bir soykırım değil karşılıklı vuruşma olduğu, belgelere dayalı konuşan tarihçilerin tümü tarafından kabul görmektedir. Ayrıca bugüne dek açılan Osmanlı, Rus, İngiliz, Amerikan, Alman ve Fransız arşivlerinde soykırımı destekleyen bir belgeye de rastlanmadı. Hep birlikte Türkiye Cumhuriyetini kurup kader ortaklığını sahiplemeye devam etmeleri de kimsenin kimseyle bir hesabının olmadığının kanıtıdır.
Bu konuya, pek kimsenin bakmadığı bir perspektiften bakalım mı?
Konunun dile getirilme zamanları çok dikkat çekici: Atatürk ve İnönü dönemlerinde soykırım kavramını düşünmeye ya da kullanmaya cesaret eden olmadı. Türkiye, Beyaz Sarayın merdivenlerine “Mübarek” dediği, İstanbul Boğazına demirlenen 6. Filoyu kıble yapıp namaza durduğu günden itibaren kaderini Amerika’nın eline verdi. Traktörünü, uçağını üretmekten, demiryollarını yapmaktan, planlı kalkınmayı sağlayan fabrikaları kurmaktan vazgeçmekle bu soykırım söyleminin de önünü açtı.
Atatürk Cumhuriyetinin ilke ve devrimlerini terk eden sözde milliyetçi ve mukaddesatçı iktidarlar Marshall yardımıyla ekonomide, NATO’ya girmekle de siyasette ülkenin güçsüz ve dışa bağımlı hale gelmesinin yolunu açtılar. Bizzat iktidarın organize ettiği 6-7 Eylül olayları gibi taciz, gasp ve şiddet içerikli eylemlerle azınlıkların düşmanlaştırılması politikalarına başvuruldu. Bu toprakların zengin bir cennet bahçesine benzer çok kültürlü hali, Türk ve Müslüman dedikleri bir tek şekle dönüştürülmeye çalışıldı.
Emperyalizm bununla kalmadı tabi; Demokrat Parti iktidarından daha gerici, daha ırkçı iktidarları ve askeri darbeleri birbirine halef selef kıldı. Siyasi kutuplaşmayı sağ-sol diye ayırdığı idealist gençleri ve ülkenin yetişmiş beyinlerini birbirine kırdırarak yaptı. Etnik ayrışmayı bölücü terör örgütleri eliyle, inanç temelli kutuplaşmayı da Alevi-Sünni provokasyonlarıyla yaptı. Yine de işbirlikçi hükümetlerle istediği hedefe istediği zamanda ulaşamayınca, Türkiye’yi BOP projesine dahil etti. “Ilımlı İslam” dediği, gerçekte ise radikal köktendinci akımların temsilcilerini Türkiye’de ve Arap ülkelerinde iktidara getirdi. Buradaki amacı, demokratik ve laik Türkiye’yi onlara benzetmekti.
Türkiye bugün hiç olmadığı kadar ekonomide en güçsüz, politikada en yalnız dönemini yaşamaktadır. Baş gösteren Covid salgını süreci, ülkenin yönetilemez halde olduğunu da gözler önüne serdi. Avcının avının en zayıf anını kollaması gibi, birileri de Türkiye’nin böyle bir hale gelmesinin fırsatını mı kolluyordu acaba?
En büyük yırtıcı Amerika olsa da dünyadaki avcılık oyunları hala Londra’dan yönetilmektedir. Amerika’ya gelene kadar, Uruguay’dan Şili’ye, Paraguay’dan Litvanya’ya otuz ülkenin soykırımı kabul etmesi, Fransa ile başlayan bir top çevirme süreciydi. Bu sürede Türkiye, işbirlikçi hükümetler aracılığıyla günden güne zayıflatılarak avlanılacak hale getirildi.
Biden’ın açıklamasıyla Amerika’nın beklentisi, “Seni stratejik ve model ortaklıktan çıkartırım” şantajıyla Türkiye’yi Irak’taki gibi Suriye’nin kuzeyindeki bir kukla Kürt oluşumuna, Kıbrıs’ta Akdeniz’de ödün vermeye, Karadeniz’i ve Kafkasları Kanal İstanbul benzeri projelerle Amerika’nın müdahalesine açık hale getirmeye vb projelere razı etmektir.
1981’de Ronald Reagan sohbet arasında değil de doğrudan Kongrede “Soykırım” tabirini kullanabilirdi. Ama o bir maya çaldı ve konuyu fermantasyona bıraktı. Çünkü Amerika’nın politikaları İngiliz geleneğinden gelir ve uzun vadelidir. Ancak kırk yıl sonra konu fermente oldu ve Biden resmen Kongrede bu tabiri kullandı. Soykırım tabirinin bir karşılık bulması için de bu kırk yıllık sürede Türkiye’yi ekonomide ve siyasette istedikleri çizgiye getirdiler.
Daha dün Trump neredeyse Erdoğan’ı teslim alacak gibiydi. “Ver papazı, al papazı” resti, Erdoğan’ın Amerika’ya karşı kullanabileceği son kozuydu. Ama bol hakaret içeren mektubuyla Trump’tan, yanı sıra kendisinin ve ailesinin mal varlığını açıklayabileceklerini belirten kurumlardan aldığı karşılık, onu, Amerika’nın her dediğini kabul etmeye zorlayabilecek ağırlıktadır.
Peki, süreç tamamlandı mı? Sanki henüz değil; İngiltere bir gün çıkıp “Soykırım var” diyene kadar da süreç tamamlanmış sayılmaz. Türkiye’nin bu kafayla yönetilmeye devam etmesi, İngiltere’nin de “Soykırım var” demesi halinde, bilinmelidir ki Türkiye Sevr’in koşullarını kabul edecek kadar teslim olmaya hazırdır.
Türkiye kendini ifade edemiyor:
Emperyalizm, yalan tekniğini “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrarlamaya devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır” diyen Hitler faşizminin propaganda sekreteri Göbels’ten öğrenmedi. Yalan, haksızlıkla beraber var oldu. Çünkü haksızlığı meşrulaştırmak için yalan söylenir. Kim yaptığı haksızlıklara insanları daha fazla inandırıyorsa, en çok onlar yalan söylüyor demektir.
Dünyada başta İngilizce olmak üzere çeşitli dillerde “Ermenilere soykırım uygulandı” diye üretilen eser sayısı otuz bin ve hepsi de hayal ürünü. “Hayır, uygulanmadı” diyen ve neredeyse tamamına yakını Türkçe olan, üstelik tarihi belgelere dayanan eser sayısınınsa iki bin beş yüz olduğu söylenmektedir. Yine bunların tamamına yakını AKP iktidarından öncesine ait. Buradan; iktidarın her konuda olduğu gibi sözde soykırım iddiaları konusunda da kılını kıpırdatmadığı anlaşılıyor.
Duygusal kopuş:
Atatürk; “Asıl cephe iç cephedir. Asıl öneme sahip olan ve asıl ülkeyi temelinden yıkan ve halkını esir eden iç cephenin düşmesidir” der. İç cephe ile kastettiğimiz top tüfek değil tabi, dini ve etnik aidiyeti ne olursa olsun tüm yurttaşların birbirleriyle olan duygudaşlığıdır. Cumhuriyetimizi kuran iradenin, laikliği devletin temeline koymasının nedeni, bu duygudaşlığın pekiştirilmesi ve korunması içindi. Yurttaşların birbirinin diline, dinine, kültürüne, yaşam tarzına saygılı olması içindi.
Herkese eşit davranacağına yemin ederek göreve başlayan ve ülkenin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanının, ülkenin eşit yurttaşları olan Ermenileri kastederken “Af edersiniz Ermeni” gibi aşağılayıcı bir ifade kullanması, ülkede duygusal kopuşu yaratan etmenlerin başında gelmektedir. İslam dinini kendilerinin ve iktidarın ortak çıkar manivelasına dönüştüren diyanet, tarikat ve cemaatler, yurttaşlarımız arasında sözde gönül köprüleri kuruyoruz deyip aslında olanları da yıkarak iç cepheyi darmadağın ediyorlar. Asli görevi toplumsal anlaşmayı, uyuşmayı sağlayacak yasalar yapmak olan siyasetçilerse 12 Eylül Darbesinin bir ürünü olan Türk-İslam Ortodoksluğunun etrafında pervane olup, çok kültürlü Türk toplumunu niteliksiz bir tek tipe dönüştürme projesinin kalfalığına soyunmuşlardır.
Utancın nedeni basiretsizlik!
Jeostratejik açıdan bakıldığında bu topraklar üzerinde bağımsız, özgür, güçlü ve demokratik bir Türkiye, belli ki emperyalizm tarafından istenmiyor. O yüzden kuruluş felsefesi bu değerlere dayanan Türkiye’de askeri darbeler yaptırılmakta ve bu değerlere muhalif olan siyasi akımlar iktidara getirilmektedir. Amaç, toplumdaki farklı kimlikleri olabildiğince birbirinden kopararak ayrıştırmak, mümkünse düşmanlaştırmak, bir barış ve huzur ortamının oluşmasını önlemektir. Ermeni meselesi veya Ermeni soykırımı yahut Kürt sorunu diye ileri sürdükleri konular bu amacın birer parçasıdır.
Yüz altı yıl evvel bu topraklarda kurulu bir imparatorluk devletinde yaşanan karşılıklı kırımın, bugün tek taraflı bir soykırım olarak tanımlanıp, bir avuç yayılmacı ülkenin siyasi çıkarlarına malzeme edilmek üzere, o yaşananların sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine ve ırki tarifle bu devletin asli unsurlarından Türklere yüklenmeye çalışılması, en az soykırım kadar bir soysuzluk örneğidir ve asla kabul edilemez. Müstevlilerin, Türkiye Cumhuriyetini bir müstemlekeye döndürme hevesiyle soykırım ithamında bulunmaya cüret etmesi, Türkiye’yi yönetenlerin basiretsizliği olduğu gibi bu basiretsizleri yönetimde tutan ve bu alçakça ithama maruz kalan yurttaşların da en büyük utancıdır.
Millet yol ayırımında:
Sonunda Amerika’nın da taktiksel soykırım yalanını söylemesi, halkımızı iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştır; Biri, dünyayı kana ve düşmanlığa bulayan emperyalizme ve onun kuklası olan iktidarın yaptıklarına seyirci kalmak, diğeri, Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesine uyarak ülkedeki ve dünyadaki barışın kurulmasına hizmet etmek.
Ermeniler bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes gibi Türk’tür ve bu topraklara aittir. Bu toprakların üstünde yaşama ve ölüp altına girme hakkına sahiptirler. Ermeni’nin camiye, cem evine gitmeye zorlananı değil; kendi dilini, dinini, kültürünü yaşayanı Türkiye için bir güzellik ve zenginliktir.
Ülkeye ihanet edenlerin canı cehenneme! Lakin nasıl ki kırk asırlık Türk yurdu düşman eline terk edilemiyorsa, bu yurdun kırk asırlık evlatlarının küstürülerek düşman kucağında yeni ihanet planlarına alet edilmesine de izin verilmemeliydi. Yoksul kalmış Ermenistan’dan ülkemize gelip çalışan yüz bin kişiye, lütufta bulunduğumuz yabancı gözüyle bakıyoruz ama Suriye’den ve beraberinde başka ülkelerden gelen ne oldukları belirsiz on milyon güruha muhacir din kardeşlerimiz diyoruz!
Doğru bir dış politikamız olsaydı, dünyaya dağılmış üç milyon Ermeni’den duygusal bağla bu topraklara bağlı olanları geri getirebilseydik, ne Asala o ölçüde terör estirebilir ne de diasporanın bir kısmı soykırım yalanına alet olurdu. Kürtlerin olası kültürel haklar talebinin, emperyalizm ve onun maşası PKK tarafından uluslararası alanda etnik bir soruna dönüştürülmesinin de önünü keserdi.
Edebiyat okurları Orhan Pamuk’u okunmaya değer bir yazar olarak görebilir. Ancak Yaşar Kemal gibi bir edebiyat devi dururken Nobel Edebiyat Ödülünün Orhan Pamuk’a verilmesi, uluslararası politikalar açısından bakıldığında düşündürücüdür. Zira “Atatürk bir diktatördür, Türkler bir buçuk milyon Ermeni ile otuz bin Kürt’ü öldürdü” dedikten sonra emperyalizmin yalan makineleri dünyada yıldızını parlatmıştı Orhan Pamuk’un. İçerideki liberal solcular da insan hakları savunucusu yapmıştı onu. Bu da soykırım konuşulurken hatırlanması gereken Türkiye’nin basiretinin bağlandığının elem veren bir diğer tarafıdır.
Yeter artık:
Soykırım iğrenç, aşağılık bir insanlık suçudur. Bu siyasi kumpasın Türkiye’ye faturası çok ağır olur. Türkiye soykırım suçlamasını kaldıramaz, altında ezilir, yok olur gider. Osmanlının bu suçu işleyip işlemediğini belgeleriyle ortaya koyması gerekenlerin tarihçiler olması gerekirken, Türkiye üzerinde siyasi emelleri olan politikacıların, yaptırımı olmayan parlamentolardan bunu geçirmesi bir siyasi hadsizliktir. Emperyalizmin buradaki amacı, Osmanlıya yaptığı gibi kurumsal yapısını yok ederek, yoksullaştırarak, borçlandırarak, itibarsızlaştırarak ”Hasta adam durumuna düşürdüğü Türkiye’yi” tümüyle batırmaya ve son bir tokatla tarihin utanç mezarlığına atmaktır.
Türk milletinin, hadsiz işgalcilerin yalanına ve bu yalana kayıtsız kalan güç zehirlenmesi içindeki liyakatsiz yöneticilere siyaseten tahammülü olmamalıdır artık. Bu topraklar üzerinde yaşayanlardan birinin acısı herkesin acısı, sevinci herkesin sevinci olmalıdır. Birbirlerine karşı olduğu bilinen her ne kadar önyargı ve tabu varsa hepsi yıkılmalıdır. Eğer sahiden milliyetçi ve mümin olunacaksa, geniş anlamda düşünülmeli: Milliyetçi olmak ülkeye sahip çıkmaktır, ayırım yapmadan yurttaşların tümünü sevmektir, ülke sınırları içindeki kültürlerin tamamını kucaklamaktır. Mümin olmak ise herkesin dini kendine deyip, bütün inançlara saygılı olmaktır.