Suriye satrancında Türkiye’nin İdlib hamlesi
Yıllardır gözlemlerimizle tecrübe edindiğimiz ve adını (4Y1D) denklemi olarak dillendirdiğimiz bir konuyu bu yazının başında yazmakta yararlı olduğunu düşünüyorum.
Bu denklemin açıklaması, “Türkiye’nin Ortadoğu’da, doğruları, yanlış zaman, yanlış mekan, yanlış kişilerle yanlış şekilde yaptı“ğını ifade etmekteyiz.
2011 yılında Ahmet Davutoğlu’nun Şam’da Beşşar Esed ile görüşmesinden itibaren Türkiye, Suriye meselesinde hep yanlış yaparak ve kandırılarak bugüne geldi.
Bunun bariz örneği; Dünyanın birçok ülkesinde terör listesinde olan Suriyeli İhvan Muslimin (Müslüman Kardeşler) Örgütü’ne verilen sonsuz destek verilmesidir.
Kandırılma sürecini, Ocak 2020 tarihinde bir televizyon programında dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’na yöneltilen, “Suriye’de en büyük hatayı nerede yaptınız” sorusuna, “Birleşmiş Milletler’in Esed’in arkasında duracağını kestiremedik” cevabıyla nasıl bir plansızlığın ve iş bilmezlik ortamında Suriye politikasının yürütüldüğünü görebilirsiniz.
Bu yazının sonunda, ‘bugün İdlib’te bu durum neden yaşanıyor’ onu önünüze sermeyi planlıyorum. Fakat bu sürece nereden ve nasıl geldik ve hangi yanlış hamleler bizi buralara getirdi, onu hep birlikte hatırlayalım ve sonuca hep birlikte varalım…
Suriye rejimine karşı tavır alan batılı ülkelerin ikili oyunları!
24 Nisan 2011 tarihinde ilk kez Esed’e karşı Suriyeliler’in Antalya’da düzenlemiş oldukları toplantıdan başlayarak ve akabinde İstanbul’da Suriye Değişim Konferansı ve Suriye Ulusal Konseyi, kuruluş toplantılarıyla devam eden, devrim sürecini şekillendirme ve siyasal ayağını oluşturma çalışmalarına Türkiye, Esed ile bütün ilişkilerini keserek ev sahipliği yaparken, bu çalışmalara destek veren batılı ülkeler, özellikle ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya temsilcileri, katıldıkları bu toplantılar sonrası Şam’a gidip Esed ile kendi ülke çıkar ve menfaatleri çerçevesinde görüşme ve toplantı düzenliyorlardı.
Daha sonra silahlı mücadele başladığında, Fransız gemileri Libya’dan, İngiliz gemileri farklı yerlerden, Mersin ve İskenderun limanlarına Suriye’ye sokulmak üzere silah taşırken, o gemilerin ait olduğu o ülkeler, Esed ile diplomatik ilişkilerini kopartmamış, tam tersi Esed’in adamları o ülkelerde cirit atmaktadırlar.
O süreçte Libya, Tunus, Cezayir ve çeşitli ülkelerden Suriye’de savaşmak için savaşçılar akın akın gönderilirken, Esed Türkiye’yi BM ve uluslararası arenada terörist taşeronluğuyla şikayet ediyordu. Ve ne tuhaftır ki, şikayet ettiği o ülkeler bu grupların Türkiye üzerinden Suriye’ye gelişini bizzat planlayan ve devreye sokan ülkelerdir.
ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa, Türkiye’nin farklı şehirlerinde Suriyeli muhaliflere para, danışman ve ekipman sağlayarak, Esed’e karşı kışkırtmayı körüklüyor, olayların büyümesini sağlıyordu. Fakat aynı zamanda o ülkeler bu bağlantılar vesilesiyle elde etmiş oldukları bilgileri Esed’le paylaşmaya ve ikili oynamayı çok iyi yapıyorlardı. Oysa Suriye rejimi her fırsatta Türkiye’yi suçluyordu.
Aynı şekilde, Körfez ülkelerinden gelen resmi veya gayri resmi paralar, direk Suriye’ye gitmektense, Türkiye üzerinden çeşitli kanallarla Suriye’ye sokularak, Türkiye’yi Suriye bataklığına iyice sokma planları adım adım ilerliyordu.
2013 sonrası, ABD ipleri eline almış ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) için düğmeye, yeni operasyon alanları oluşturarak basmıştır. Bu hamlelerin en önemlisi, CIA’nin Ürdün’de (MUM) ve Türkiye’de oluşturduğu (MUK) operasyon ve planlama odalarıdır.
Bu süreçte, Türkiye ne yapıyordu?
Tabi ki Esed’i BM ve diğer ülkeler ile beraber yıkma hayali kurmuş, Halep’te kutlama ve Şam’da namaz kılma nutukları atılıyordu.
Tabi günler geçti ve bu hayaller gerçekleşmedikçe, Halep ve Şamlılar Türkiye’ye gelerek bu hayali kuranlara o zevki Türkiye’de yaşatmaya başlamışlardı.
2014 yılsonuna gelinceye kadar, yani Rusya devreye girip masayı tersine çevirene kadar, ‘Esed ha gitti, ha gidiyor’ pozisyonundaydı. Dolayısıyla Dünya’ya tahakküm sağlamaya çalışan büyük ülkeler tahterevalli gibi bir bu yana, bir o yana gitti geldi.
Türkiye o süreçte Esed’in gideceğine o kadar inanmıştı ki, ikinci bir B planı dahi oluşturma gereği duymadı. Dönemin Dışişleri yöneticileri, kendilerine o kadar güvenmişlerdi ki, artık Müslüman Kardeşler örgütüyle yeni Suriye’nin yönetim ve rant paylaşımını dahi hazırlama hevesine girmişlerdi. Oysa ki, sahada Müslüman Kardeşler örgütüne biat eden silahlı gruplara öyle bir tepki vardı ki, neredeyse karşılıklı çatışmalara kadar tırmanacaktı. Bu çekişme nedeniyle saha çalkalanıyor, hakimiyet ve güç dengesi her gün el değiştiriyordu.
Tabi ki bu süreçte Türkiye, rüyalarının tadını çıkartırken, ABD’nin operasyon odaları, Suriye’nin doğusunda Al Kaide ve türevlerini inşa etmiş, sahaya sürmüştü bile!
Aynı şekilde Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, silahlı terör gruplarını teşkilatlandırmış, Esed’e karşı tek bir mermi dahi kullanmayan bu örgütler, kantonlar inşa sürecine başlamıştı, oysa Türkiye; Ahmet Davutoğlu’nun derin stratejisine gömülmüş, atası Süleyman Şah Türbesi’ni bile karanlık bir gecede kaçırmıştır.
Bu karmaşık süreç böyle devam etti; ta ki 2015 yılında Lazkiye’ya bağlı Bayır Bucak Türkmen bölgesinde bulunan Kesep Ermeni kasabasını Türkiye- Rusya anlaşmasıyla muhaliflerden boşaltarak Esed’e teslim edilmesiyle başlayan ve daha sonra Humus’un Al Kusayir beldesi ve Şam kırsalının Al Zabadani bölgeleriyle devam eden ve en son Halep şehir merkezi anlaşmasıyla tamamlanan, “muhaliflerin ellerindeki yerleri yeşil otobüslerle boşaltma anlaşmaları” olarak bilinen bir süreç, aslında bugün İdlib’te yaşananların bir habercisiydi. Bunu o zaman dillendirenlere; ‘siz sivillerin öldürülmesini istiyorsunuz’ yaftası yapıştırılarak eleştiriliyorlardı.
Başta belirttiğimiz gibi, “4Y1D” denklemini, Türkiye bu süreçte her detayda itinayla uygulamış, meseleyi yanlışlar yumağına çevirmiştir.
Aslında Rusya’nın Suriye meselesine müdahil olmasıyla Türkiye’nin bu dosyada herhangi bir planı, stratejisi ve en önemlisi herhangi bir politik hedefinin olmaması deşifre olmuştur.
Türkiye’nin bu aşamadan sonra; bu bağlamda bir Rusya ve sonra ABD’nin tarafında saf alması Türkiye’nin bu boşlukta olduğunun en bariz göstergesidir.
Bu karmaşık ve bir o kadar da çalkantılı dönemin sonunda 2016 yılına geldiğimizde, Türkiye içeride kaynıyor, ekonomide kriz sinyalleri çalıyor ve sonunda darbe meydana gelmiş, ülke her anlamıyla sarsılmıştı. Dışarıda tam bir abluka altına alınmış, ama Dışişleri Bakanlığı, sanki başka bir ülke kurumu imiş ve hiç bir şey olmamış gibi, yanlış adım ve hamlelerini yapmaya devam ediyordu.
Ama sonunda Devletin içerisinde birileri bu hatalar zincirini görmüş olacak ki, Fırat Kalkanı Harekatı’na karar verildi ve tamamen boğulmaktan kurtulmak için son şansımız olduğunun farkında olarak hareket etmiş oldu Türkiye.
Peki bu adımla yanlışlar son bulmuş oldu mu?
El cevap: Tabi ki hayır!
O bölgenin en kritik noktası Münbiç yerleşim yeridir, hem atamız Süleyman Şah’ın Türbesi, hemen yanı başında olması, hem de Alsawra Barajı küzeyindeki bütün köprü ve nehir geçiş kavşağı olması hasebiyle çok önemli olan bu kent, Mevlut Çavuşoğlu ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry arasında defalarca görülmüş, Türkiye’ye sözler verilmiş ve tabi ki her zamanki gibi tutulmamıştır. Kısacası Türkiye her konuda olduğu gibi kandırılmıştır.
O gün bu gün kadim Arap kenti Münbiç, terörist PKK – PYD’nin kontrolünde ve Fırat Kalkanı bölgesine güneyden gerçekleştirilen taciz saldırıların üssü haline dönüşmüştür.
- Sonraki adım; olması gereken yere operasyon yaparak, Zeytin Dalı Harekatı’yla başlatıldı ve Rusya’nın örtülü onayıyla önemli başarılara imza atıldı. Fakat Türk dış politika basiretsizliği, Rusya her şeye rağmen Arap ilçesi olan Tel Rifat’i Türkiye’ye teslim etmemiş, tam tersi Afrin’den kaçan PKK-PYD teröristlerini oraya yerleştirerek oradan Türk askerine belli aralıklarla saldırı düzenlenmesi ve Türk askerine defalarca zayiat verdirmesi, Rusya’nın neyi amaçladığını ortaya koymuştur.
Tel Rifat ahalisi o dönem Azez’de gösteri yapmış, Türk askerinin kendi bölgelerine girip ele geçirmesini istemesine rağmen, Türkiye, Rusya’dan yeşil ışık alamadığı için bu adımı atamamıştı.
- Ve en son girişimiz, Fırat’ın doğusuna bir askeri harekat düzenleyerek olmuştur. Barış Pınarı Harekatı bu operasyonların en önemlisi ve en kritiği olacaktı.
Çünkü neden?
- Askerimiz ilk kez Fırat’ın doğusuna girecekti.
- PKK-PYD’nin saha ve popilasyon anlamında yoğun olduğu bölgede bu tür bir askeri harekat yapılacaktı.
- Gireceğimiz bölge itibariyle, Suriye sahasında ABD ile ilk kez aynı alanda karşı karşıya gelecektik.
- Gireceğimiz bölge Suriye’nin en çok yeraltı petrol kaynaklarını barındıran bölge olması, Türkiye’ye karşı farklı ülke ve güçlerin organize olması ve hareket etmesi kaçınılmazdı.
Diğer taraflarda, Rusya’nın kısmi onay vermiş olması, Türkiye’ye bir nebze harket alanı bırakmıştı. Fakat burada ABD o kolaylığı ve müsamahakarlılığı göstermediğinden, her ne kadar askeri faaliyetler başlamış olsa da netice elde etmek mümkün görünmüyordu. Onbinlerce tırla silahlandırdığı terörist grupları bir gecede bırakacak durumda değildi. Tam da bu kargaşada araya Rusya girmiş, diğer taraflarda Türkiye’ye sağlamış olduğu yardım karşılığı olarak Fırat’ın doğusuna Türkiye’yle birlikte girmek istemiştir. Türkiye bu talebi anında kabul ederek, ABD ile ve sahada Rusya destekli Kürt terör gruplarıyla baş başa kalmaktan kurtulmuştur kendince.
Türkiye bu adımla iç kamuoyunda zafer kazanmış gibi propaganda yürütse de, asıl kaybeden Türkiye olmuştur.
Neden?
Çünkü :
- O bölgede o güne kadar bir türlü varlık gösteremeyen Rusya, bir gecede Türkiye sınırına kadar girmiş ve sınırımızda gözlem noktaları kurmuştur.
- Türkiye, Kürt terör unsurlarını sözde sınırdan uzaklaştırarak güneye indirdi indirmesine ama bu iniş ile bu gruplar Fırat’ın doğusundaki Arap bölgelerinde bulunan zengin petrol yataklarını ABD’nin desteğiyle ele geçirmiş oldu.
- Rusya’yla varılan mutabakata dayanarak, 34 km olan tampon bölge gerekli şekilde silahlı unsurlardan temizlenemeyip, o bölge Türkiye için bir herekat alanı değil, tam tersi tedirginlik alanı haline gelmiştir.
Bütün bu analizden sonra, gelelim asıl gündeme, İdlib’e!
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız konular, İdlib üzerinde nasıl bir sonuç oluşturdu?
ABD, Fırat’ın doğusunda PKK-PYD ve İşİD ile işbirliği yaparak kendi oyun alanını kurmuş, sahasında hakimiyet sağlayarak hedeflediği petrol kaynaklarına çökmüştür. Aynı zamanda Türkiye’ye Suriye’nin kuzeyinde bir alan açarak kendi hakimiyet alanının kuzeyini Türkiye sayesinde güvene almıştır.
Aynı şekilde Fırat’ın batı bölgesinde Rusya’yla Türkiye’yi nüfuz ve güç paylaşım savaşına iterek uzaktan seyir moduna geçmiştir.
Sahayı bu şekilde dizayn edilmesinin elbette bir maliyeti olacaktı ve bunu Türkiye’yle çıkar ve nüfuz çatışması yaşamaya Suudi Arabistan ve BAE’ne havale ederek sahanın dizayn maliyetini bu iki ülkeye yıkmıştır.
Bu süreçte Astana ve Soçi mutabakatlarının bölgede suni bir ateşkes ve akabinde kısa süreli geçici bir istikrar sağlanmış olsa da, aslında bu anlaşmalar gerçekçi olmadığı, bölgeyle ilgilenen herkes tarafından çok iyi biliyordu.
Bu mutabakatlarla Türkiye her ne kadar oradaki sivilleri korumak istese de, Rusya destekli Esed çeteleri bu anlaşmaya uymadı ve sivilleri havadan, denizden ve karadan bombalamaya devam etti.
Defalarca gözlem noktalarımızdaki askerlerimize saldırı düzenlenmiş, birçok şehit ve daha fazlası yaralı vermişiz ama Türkiye’de bunu kimse gündeme dahi getirmedi.
Sırf Rusya’ya domates satabilmek için Türk makamları bunu yapmayacaktır elbet, bunun altında başka şeyler aranmalı!
İdlib’te siviller Esed ve Rusya tarafından vuruldukça, Suriyeliler Türkiye’ye ve sayın Erdoğan’a etmedik hakaret ve benzetme bırakmamışlardır, ama her şeye rağmen Türkiye her şeyi ağırdan almaya devam etti.
Fırat’ın doğusunda, Türkiye’ye karşı savaşan silahlı terör örgütleri, BAE ve Suudi Arabistan tarafından finanse edildiği gibi, İdlib cephelerinde Esed ve farklı ülkelerden gelen Şii paramiliter gruplar, yine bu iki ülke tarafından finanse edilerek durumun daha karmaşık bir hale gelmesini sağlamıştır.
Türkiye’nin Akdeniz hamlesinde, Libya’da hemen karşımıza dikilen “dostum Putin”in ülkesi Rusya’dır. Bir şekilde Libya dosyasında birlikte hareket eden Arap ülkeleri ve uluslararası güçlere karşı elde edilmiş bu başarının acısını Rusya bize Suriye’de çıkartmaya çalıştı ve her türlü düşman davranışlarda bulundu. Ne hikmetse Putin ile Erdoğan arasındaki her buluşma veya telefon görüşmesi öncesi Suriye’de askerimize karşı kalleş saldırılar düzenledi ve Türkiye’nin eli bu görüşmelerde zayıflatılmaya çalışıldı.
Putin’in son Ankara ziyaretinden önce Şam’da Emevi Camii’ni ziyaret ederek poz vermesi, aslında bir gün sonra sayın Erdoğan’la görüşmesinde, toplantı masasında bir güç ve baskı argümanı olarak kullanmaktı hedef.
Ankara’nın bu mesajı iyi algılamış olması gerek ki, o günden sonra işin seyri değişmiş, İdlib’teki hereketlilik başlamıştır. Rusya her ne kadar, ‘Esed’in yaptığı saldırılar bizim bilgimiz dışındadır’ dese de şu çok iyi biliniyor ki, Esed Rusya’dan onay ve olur almadan yatak odasına dahi giremez. Türkiye’nin bütün uyarılarına rağmen saldırılarını sürdüren Rusya destekli Esed, önüne gelen bütün köy ve kasabaları yakıp yıkarak, güvenliğini kontrol altına alacağını iddia ettiği M4 ve M5 otoyollarına geldiğinde, durmayıp İdlib şehir merkezine ilerleyişini devam ettirdi.
Bu süreçte Esed’in asıl hedefi, İdlib bölgesinde bulunan 4 milyona yakın Suriyeli’yi Türkiye’ye göçe zorlayarak emperyalist planlar olan Türkiye’yi karıştırmak olduğu ortaya çıkmıştır ki; Türkiye, tarihindeki en büyük yurtdışı askeri yığınak yaparak bu tezgaha düşmeyeceğini ortaya koymuştur.
Buradaki asıl hedef, Türkiye’nin milli güvenliğidir.
Rusya, Halep’in batısına askeri operasyon başlatarak, İdlib ile Zeytindalı Harekat bölgesi arasında, yani Daratul İzze bölgesinden girerek, Türkiye sınırına dayanmak istemektedir. Bu şekilde İdlib’in Afrin ile bağlantısını kesecek ve Türkiye’nin oradaki herekat alanını kısıtlayarak gücünü zayıflatmak ve İdlib’ten sonra, şehit vererek güvenli bölge haline getirdiğimiz bölgeleri elimizden almaktır.
İdlib’te bulunan kripto Esed’çiler, Reyhanlı bölgesindeki sınır duvarının Suriye tarafında iş makinelerini duvarı yıkmak için hazır tutmaları, bu planın ne denli sinsi olduğunun bir göstergesidir.
Bütün bu gelişmeler ve deneyimler aslında bize gösterdi ki, Suriye meselesi Türkiye’nin iç meselesi haline gelmiştir ve kanser gibi Türkiye’nin her bölgesini ve her alanını sarmaya devam etmektedir.
Türkiye, kendi hatalarıyla bu bataklığa girmiş olsa da ABD, Rusya ve diğer ülkeler, Türkiye’nin bu bataklığa sonuna kadar batmasını planlamakta ve ona çalışmaktadır.
Bu bataklıktan çıkmak için Türkiye’nin önünde fazla seçenek yoktu:
- Ya Esed ile görüşecek, masada karşılıklı konuşarak bu meseleyi halledecek.
Fakat buradaki endişe şu ki, Esed kendi ülkesine ne kadar hakim ve dış güçler ona o fırsatı verir mi?
Bunu az çok görüyoruz, bunun için bu adım ne kadar verimli olur, bunu buradan kestirmek sağlıklı olmayabilir.
- Türkiye bütün zorluklara rağmen ve bütün ülkelere rağmen direk Şam’a girip Esed’in kellesini almak olmalıdır. Bu gerçekleşirse ancak o zaman Suriye’de olaylar biter, oradaki insanlar bir nebze de olsa rahatlar ve siyasi süreç başlar.
Bu iki adım dışında atılacak bütün adımlar ve izlenecek bütün yollar, Türkiye’nin başına bela olarak geri dönecektir ve ileride Türkiye’yi daha zor durumlara düşürecektir.
Bu yazının sonunda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na önerimizdir:
”Suriye meselesi her yönüyle artık Türkiye’nin iç meselesi haline geldiğine göre, ve bu sorunun çözümü nasıl olursa olsun ve her ne kadar sürerse sürsün, Türkiye’de acilen geçici bir Suriye Bakanlığı kurulması elzemdir. Bu yeni kurulacak bakanlık, Suriye meselesinin her alanını (ekonomik, sosyal, insani, askeri, uluslararası boyutu, göç vs.) tek çatı altına alarak daha etkin ve daha muntazam bir şekilde ele alınmasını sağlayacaktır.”