Tarımsal Burjuvazi – VI
Neyse, konumuza dönelim.
Bu ara notlardan sonra ortaya çıkan gerçeklik şu ki; Türkiye tarımsal yapısı, ne katma değer anlayışı olarak, ne sermaye birikiminin sürdürülürlüğü olarak, ne sosyal hareketlilik olarak rekabetçi-ilerlemeci bir anlayıştan gelmemektedir. Var olan kültür, “salt çalışma” kültürüdür. Ailenin, yakınların ihtiyaçlarına yöneliktir. Sosyal refah köyde değil, şehirde aranmaktadır. Uzak ara, ticaret ve zanaatı ya bilmemekte ya da bu işe eğilimli değildir. Buna karşın toprağı, iklimi, coğrafyayı, topografyayı, otlak ve yaylakları takip etmeyi iyi bilmektedir. Kanaatkârdır ve sabırlıdır. Bütün tarihsel ve toplumsal birikimi kanaatkârlık ve sabır üzerine kurulmuştur. Fazlasına gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur.
İşte bu koşullar altında 1950’lerden sonra bir el değmiş ve köylü tam bir bombardıman altında şehirli olmak için ya metropollere doğru ya da bir süre sonra Almanya’ya doğru yola çıkmıştır. Çıkınında götürdüğü şey yine aynıdır: Ucuz emeği, biraz toprak parası ve yine kanaatkârlığı.
Atmışlı, yetmişli yıllar gidenler için de, kalanlar için de kayıp yıllar gibi duruyor. Bu konu başka bir derin ve nedameli tartışma konusu. Bunu burada bırakarak geldiğim yeri size söyleyeyim: Seksenlere kadar, gidenlerin desteği, toprağa bağlılığı ve siyasi popülarite ile ayakta duran köylü-çiftçi için sermaye biriktirme ve rekabetçi olma gibi bir dert hiç olmadı. Ya da yeterince olmadı. Siyasi gelişmeler ve yaratılan algılar üzerinden bu ihtiyaç ciddi bir şekilde sekteye uğratıldı. Çiftçi nasıl olsa bir şekilde direniyordu. Göç hızla sürüyordu zaten. Kalanlar için boş arazilerin işlenmesinden (ekstra) kazanılanlar ve göç gidenlerin katkıları, kalanlar için büyümeyi zorlamıyordu. Yani çiftçi büyümek, sermaye yapmak zorunda hissetmiyordu kendini.
Zaten geçmişten getirilen bir burjuva geleneği de, algısı da yoktu.
Para neydi ki; elinin kiri değil miydi?
Seksenli yıllardan sonrası malum.
Neoliberalizm ve küresel kıskaç.
Çok defa yazdım.
Sürekli kaybeden bir tarım sektörü var karşımızda.
Sermayesiz, güçsüz, topraksız, susuz, tohumsuz, hayvansız, ahırsız, ağılsız, fabrikasız, soğuk deposuz, lojistiksiz, pazarsız, katma değersiz vs vs.
Bilinen konular.
Uzatmak mümkün ama bu zaman dilimini de başka bir zaman yazarız.
Çünkü sonucu etkileyecek derecede ne somut, ne de düşüncemizi kökten yanlışlayacak bir anlayış görmüyorum.
Kaldı ki, bu arada ekonomik ve kültürel sebeplerin dışında güvenlik sebepleri ile zorunlu göçler söz konusu oldu. Kırsal ve özellikle kırsalın mezra-yaylak ve otlak yapıları iyice çöktü; kullanılamaz/kullanılmaz oldu. Buradan oluşan çözülmeler de öncekiler gibi metropollere doğru oldu. Metropoller onları da yuttu. Yine hemşehri, akraba, eş dost, tanıdık, dernekler, cemaatler için sermaye oldular. Onların insafına kaldılar. Çünkü onları orada bekleyen bir “tarımsal burjuvazi” yoktu. En azından deneyim sahibi oldukları bir çalışma-uğraşı için alternatif oluşturacak bir hazır ortam yoktu.
Hazır bir ortam yerine güçlü aday ortam da diyebiliriz.
Yine de bu zaman dilimindeki bazı gelişmelerin umut verici olduğunu ve iyi şeylerin de olduğunu yadsımam mümkün değil.
Hatta makro düzeyde iyi şeyler oldu. Ama bizim kendi dünyamıza göre iyi şeyler. Kendi tarihselliğimize, kendi getirdiklerimize, kendi koşullarımıza göre.
Rekabetçi, gelişmeci ve rakiplere göre değil.
Oralarda hala mesafe açık ara fazla.
Asıl mesafe ise, ne yazık ki, zihniyet olarak karşımızda duruyor.
Yine de ben görünen bir gerçekliği kendimce anlatmaya çalıştım. Bu konuları bir kere daha gözden geçirmek ve buna göre adımlarımızı hızlandırmamız gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum.
Önceki yazımda yazdığım gibi ortada duran gerçeklik şu:
“Ne yazık ki, çiftçimizin ne profesyonel bir burjuvazisi;
Ne, şehirde bir tüccar burjuvazisi;
Ne, kasabada bir eşraf burjuvazisi;
Ne köyde, kolektif bir burjuvazisi;
Ne de, yeterli makinesi, mekanizasyonu, teknolojisi var.
Ne tarihten getirilen bir sermayeye, ne de, tarihten gelen bir aristokrat yapıya sahip.
Ne, profesyonellerden gelen bir bilimsel teknokrat birikime; ne de kamusal bürokratik teknokrat birikime sahip.
Ne bir doğru dürüst oyun yazarı, ne doğru dürüst bir yönetmeni, ne bir sinema salonu, ne de bir konser salonu olmuş.
Eline verilen valiz ile ne en yakın kasabaya, ne en yakın şehre, ne en yakın fabrikaya gidebilmiş.
Yani en yakın şehre değil, metropole gitmiş.
Kaybolmuş.”
Kısaca hem şehirde, hem köyde kaybolmuş.
Ve bu ahval şerait içinde görünen köyü tespit edelim artık: Türkiye tarım sektörünün yapısal sorunlarından biri de, tarihsel-birikimsel-kültürel deneyimlerden kaynaklanan “tarımsal burjuvazi” ve “tarımsal aracı-tampon mekanizmaların” oluşturduğu bir “yapının” olmayışı sorunudur.
Bu yapı sorunu, bütün yapısal sorunların hem açmazı, hem de kırılganlığının kaynağıdır.
Bu kırılganlık, kendi içindeki tarımsal iş, uğraş şirket, kooperatif, birlik ne varsa hepsini etkilemektedir. Kurumların da kırılgan olmasına yol açmaktadır. Kurumlar ve yapılar pasif, kararsız, edilgen birimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Gücün ekonomik, siyasal, kültürel kaynakları aşağıdan yeterince beslenememekte; yukarıdan ise sürekli manipülasyona açık halde durmaktadır.
Peki, çözüm nedir derseniz?
Bir sorunu çözebilmenin yolu önce o sorunu fark etmektir.
Ben fark ettim ve yazdım.
Ya da yeni fark ettim diyelim; daha önce fark edenlere haksızlık etmemek adına.
Umarım doğru bir şey yapmışımdır.