Türk İslam Medeniyeti neden geriledi?

28.06.2020
A+
A-

Medeniyet, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eden bir kavramdır. Toplumlar gelişme süreçlerini, kurumsallaşmayı bu yapının üzerine inşa ederler.

Toplumsal gelişme ve değişmenin en yoğun olduğu anlar, kargaşa dönemlerdir. Düşüncelerin filizlenmesi, düşünürlerin yetişmesi, toplumların sıçrama yapması kargaşanın olduğu dönemlerde belirir. Sadece kendi dönemine değil adeta çağlara hitap edebilme vasfını taşıyan şahsiyetler de böylesi dönemlerde ve toplumlarda ortaya çıkarlar.

Medeniyetin başlangıcı  birçok düşünür tarafından  Antik Çağ’a dayandırılır. Bu dönemi diğerlerinden farklı kılan her türlü büyü, sihir ve mitolojiden arınmış olmasıdır. Bilim, felsefe ve sanat alanlarında daha sonraki medeniyetler üzerinde iz bırakacak hatta otorite kabul edilecek düşünürler ile en parlak dönemini bu çağda yaşar. Thales, Pythagoras, Aristoteles, Platon gibi zirveler sadece İslam medeniyetini değil skolâstik Batıyı da etkileyerek Reform ve Rönesans’ın kapılarını aralamışlardır. Bu medeniyetinin sonunu, Hristiyanlığın Roma’da resmi din olarak kabulü getirir. Daha sonra bu anlayışın tekrar görülmesi Batı medeniyetiyle olacaktır. Batıda bu anlayış karşısında çalışma ortamı bulamayan düşünürler, Ortadoğu’ya yönelirler. Bu durum İslam dininin ilk yıllarına rastlamaktadır.

İslam medeniyeti, Hz Peygamberin o muhteşem çıkışı ile kısa sürede Arap yarımadasının tamamına egemen olur. İslam’ın “oku” ile başlayan ilahi emri çöl ikliminin bilimle yeşermesini, filizlenmesini ve bütün İslam coğrafyasına kökleşmesini sağlar. Madde-ruh ilişkisini dengede tutarak bireyin fıtratına uygun olmayan materyalist ve mistik anlayışa karşı çıkar. İlim ile inanç, madde ile mana bu yeni medeniyette insan fıtratının temel kabulleri haline gelir.

İslam medeniyetinin Doğuda Sasani, Kuzeyde Bizans ve Batıda Kıpti medeniyeti ile karşılaşmaları “kültürleşme” dediğimiz bir olgu ile muhatap olmalarına neden olur. Bu karşılaşma ile İslam medeniyeti yeni sorunlar, akımlar ve daha önce hiç düşünülmeyen, öngörülmeyen problemlerin içinde kendini bulur. Bu dönem, İslam medeniyetinin aydınlanma çağıdır.

Halife Memnu döneminde Bağdat’ta kurulan Beytü’l Hikme ile Yunanca, Süryanice, Farsça ve Sanskritçe eserler Arapçaya çevrilir. Bu tercüme faaliyetleri sonucunda felsefe, bilim ve sanat alanında birçok düşünür yetişir. (El-Kindi, Farabi, İbni Sina, Zekeriya el-Razi, İbni Tufeyl, İbni Rüşt, Gazali, İbni Heysem, Cabir İbni Hayyân, Biruni, el-Harezmî gibi)

İslam medeniyetinin en parlak dönemi diyebileceğimiz VIII. ve XIII. yy. da her alanda yapılan çalışmalar sadece bizi değil aynı zamanda Batı medeniyetini de skolâstik anlayıştan kurtarmıştır. Özgün bir felsefi anlayışın geliştirilmesinin yanı sıra bilim alanında da önemli çalışmalar yapılır. İbni Sina’nın El-Kanun fit-Tıb adlı eseri Avrupa üniversitelerinde 1650’li yıllara kadar ders kitabı olarak okutulması bu durumun en güzel örneğidir. (Bu dönemde İncil’den sonra en çok baskısı yapılan eserdir.) Bu kadar çalışmaya rağmen devamlılığın bir türlü sağlanamadığı da bir gerçektir.

Bu kadar büyük bir medeniyette devamlılığın sağlanamaması hatta gerilemenin olmasının sebeplerini iyi analiz etmemiz gerekir. Bu durumun altındaki sebeplere baktığımızda şunlar karşımıza çıkacaktır: Gazali’nin felsefeye karşı olan sert çıkışı, coğrafi keşifler, Moğol istilası, tasavvuf, fütuhat geleneği, dil ve devamlılığın olmayışıdır.

İslam medeniyetinin gerilemesinde ilk olarak Gazali’nin felsefeye karşı çok sert, zaman zaman da haksız eleştiriler yöneltmesi İslam dünyasında bilim ve felsefeye karşı Altan bir tepkinin doğmasına neden olur. Tahâfüt el-Felâsife adlı eseri uzun süre Türk-İslam medeniyetinde bilim ve felsefenin üzerinde “Demokles’in kılıcı” görevini yapmıştır. Bu anlayış, toplumun tekrar içine kapanmasına, peşin hükümlere, önyargılara dayalı şizofrenik bir algı hastalığı ile karşı karşıya bırakır. Yeniliklere kapalı, var olanla yetinen bir anlayış egemen olmaya başlar. Nitekim medreselerde yeni diyebileceğimiz orijinal çalışmalardan ziyade otorite kabul edilen kişilerin eserleri uzun asırlar değiştirilmeden okutulur. (Günümüzün cemaat ve tarikatlarında da aynı otorite hastalığı varlığını devam ettirir.)

Coğrafi keşifler sonucunda İpek yolunun önemini yitirmesi, İslam medeniyetine bir başka darbe olmuştur. Ticaret yolları üzerinde belirli aralıklarla kurulan kervansaraylar ve bunların getirdiği hareketlilik de canlılığını yitirerek ekonomik yönden de kurumsallaşmayı sekteye uğratmıştır. Batıyla etkileşimi sağlayan kültürel ve ekonomik faktörler, ticaret yollarının değişmesi ile kapalı bir medeniyete dönüşmemize neden olur.

Moğol istilasında düşünürlerinin katledilmesi kadar yakılan kütüphaneler, Bağdat’ta 36 kütüphaneden bahsedilmektedir, alt üst olan toplumsal yapıda büyük hasarlara sebep olmuştur. Böylece devlet otoritesi ortadan kalkmıştır. Bu durumda İslam medeniyetindeki gerilemenin bir başka sebebidir.

Daha üstün bir güce sığınma ihtiyacı insanları, bilim ve felsefeden ziyade kendini güvende hissettirecek korunaklı bir liman olan tasavvufa yöneltir. Mutasavvıfların uhrevi dünyası artık bir kurtuluş yoludur. Pozitif bilimlere olan ilgi, yerini tasavvuftaki zikir ve ibadet ritüellerine bırakır; dünyanın nimetlerinden yaralanma arzusu sadece mana dünyasını kapsar hale gelir. Oysa bu davranış, ilahi mesajın ruhuna aykırıdır. Tasavvufa yönelme her ne kadar birliğin sağlanmasına katkıda bulunmuşsa da daha sonraki dönemlerde olumsuz yanlarının etkisi fazlasıyla ortaya çıkacaktır. Bireyin iç dünyasına yolculuk etmesi gerçek dünyaya bakışını da olumsuz etkiler. Mutezile akımının susturulması, Eş’ari ve Maturidi gibi itikadi mezheplerin biçimsel kurallar koyması sadece felsefeyi değil bilimin de idam fermanını hazırlar. Bu anlayış halk arasında gelenekselleşecek olan bidat kültürünün dogmalara dönüşmesi sonucunda problemini daha da içinden çıkmaz hale getirir.

Konunun kapsamı gereği eksiklerinin nereden kaynaklandığı hakkında birkaç noktaya daha dikkat çekmemiz gerekir:

Türkler arasındaki fütuhat geleneği İslam medeniyetindeki gerilemenin sebeplerinden biri sayılabilir. Bu anlayış, bilim ve felsefeyi teşvikten ziyade “ordu millet” kültürünü öne plana çıkarmıştır. Bu dönemde ideal insan tipi, en iyi ata binen ve kılıç kuşanan olarak topluma sunulmuştur. (Kara Murat, Malkoçoğlu gibi.) İdeal insan araştıran, sorgulayan değil hükmeden insan olmaya ya da böyle sunulmaya başlar.

Maddeler halinde vermeye çalıştığımız tüm etkenlerin yanında belki de en baskını dildir. Bu durum, dilin bağlayıcılığı ve kurumlar arasındaki işlevselliği ile açıklanabilir. Bir ülkenin, medeniyetin gelişmesi, dilinin gelişmesiyle daima doğru orantılı olmuştur. Ünlü bir düşünüre “Eğer bir ülkenin yönetimine geçseydin, onu dünya hakimi yapmak için ilk ne yapardın?” diye sorulur. Verilen cevap önemlidir: “Önce dilini düzeltirim!”

Dilin bu derece önemli olduğunu algıladıktan sonra XIII. yüzyıldan itibaren kendimize baktığımızda “edebiyat dili Farsça, bilim dili Arapça, köylünün konuştuğu dil Türkçe” durumunu tespit ediyoruz. Kaşgarlı Mahmut, Türk dilinin zenginliğini ispatlamaya çalışırken aynı dönemde biz Konya’da Mesnevi’yi Farsça yazıyoruz. Bir İstanbul beyefendisine Türk demek hakaret kabul ediliyor. Dolayısıyla diğer alanlarda olduğu gibi dil alanında da iyi bir sınav veremiyoruz.

İslam medeniyetindeki problemlerini bu başlıklar altında tespit ettikten sonra şöyle bir gerçeği de unutmamalıyız: Batı medeniyetine yapılan etki. Antik çağ kültürünün İslam medeniyetindeki etkisinin benzerini Batı üzerine bu sefer İslam medeniyeti yapacaktır. Bu hususta günümüzün Batı medeniyeti bu noktaya gelmişse İslam medeniyetine borçludur desek abartmış olmayız.

İslam medeniyetinin Kıta Avrupa’sını etkilemesi, Reform ve Rönesans’a dayalı yeni bir medeniyetin doğuşunu sağlar. Kepler, Newton, Galileo gibi bilim adamları yanı sıra analitik düşünen bunu sistem haline getiren Descartes gibi filozoflara da sahne olur. Hristiyanlığın devre dışı kalması ve pozitivist dünya görüşü ile şekillenen günümüzün evrenselleşen Batı medeniyetinin temelleri de böylece atılmış olur. Üstünlük artık Batı medeniyetindedir. Bu medeniyet, bütün kurumlarıyla Doğu’yu etkileme yoluna girer. Durmuş Hocaoğlu’nun deyişiyle Osmanlı önce üstünlük psikolojisinden dolayı Batı’daki gelişmeyi fark edememiş sonra Batı’daki gelişmeyi tasdik, takdir ve hayranlığa dönüşen bir seyirle izlemiştir. Entelektüel kesimde de aynı durum söz konusudur. Genç Cumhuriyetimizin de bu etkilenmelerden büyük oranda payını aldığı bir gerçektir.

Bizde VIII. ve XIII. yy. a benzeyen ve Rönesans diyebileceğimiz bir çalışma Cumhuriyetin kuruluşu ile gündeme gelir. Cumhuriyeti kuran irade, Osmanlı gerilemesi ve yıkılmasından ders çıkarmıştır. Yaşanılan dönem, milliyetçilik ve milli devletler asrıdır. Bundan hareketle Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi medeniyetin itici güçlerini daha devletin ilk zamanlarında kurma yoluna giderler. Bu iki unsura önem veren anlayış ne yazık ki kurumsallaşamaz. İdeolojik yaklaşımlar, bu güzide kurumları işlevsiz hale getirmeye çalışır. Marksistlerin farklı bir öğretiyle yetişerek bu medeniyete yabancı olmaları, ümmetçilerin paradigmalarını Türk düşmanlığı ve Arap hayranlığı üzerine kurmaları, Batıcıların da topluma fildişi kuleden bakarak toplumu tasarlamaya çalışmaları Cumhuriyeti kuran iradenin ortaya çıkışındaki hedefleri etkisizleştirme de büyük oranda başarıya ulaşır.

Batıcı anlayışı savunanların ordu, yargı ve basını yanlarına alarak bazen ihtilal bazen muhtıra ya da post-modern darbelerle varlığını devam ettirme idealinden vazgeçmediği görülür. Batıcı zihniyete toplumun tepkisini iyi kullanan ümmetçi anlayış bu sefer devreye girmeye başlar. Bu iki anlayışın mücadelesi gelişmeyi engellediği gibi bir Türk medeniyetini oluşturma çabasına hep ket vurmuştur. Bir türlü uç yaklaşımlardan kurtulamıyoruz; ya Abdullah Cevdet gibi pozitivist-materyalist anlayışa ya da cemaati, tarikatı ön plana çıkaran içe kapanıklığın ifadesi olan mistisizme yöneliyoruz. Anadolu’daki bütün cemaat ve tarikatlar bu içe kapanıklığın, hür düşünceyi, yaratıcı fikirlerin özelliklerini nasıl yok ettiğinin iyi birer örneğidirler. Dini taassup kadar pozitivizmin taassubundan da bir şekilde kurtulmak zorundayız.

Peki, bu durum karşısında ne yapmalıyız?

Bir bilim, sanat ve felsefe geleneği oluşturulmadan ve bunlara devamlılık kazandırılmadan, kurumsallaşmadan yeni bir atılımın sağlanması da mümkün görünmemektedir. Dil, tarihi birikimi, sanat, felsefe ve pozitif bilimlere dayalı yeni bir medeniyetin inşası için tekrar bir kırılma dönemine girilmiştir. Eğer bu millet, mistik ve materyalist zihniyeti devre dışı bırakabilirse kökü mazide olacak olan geleceğin muhteşem medeniyetine doğru kutlu yolculuğa başlayacağının emareleri fazlasıyla mevcuttur.

Medeniyetimizin bu uzun serüveni içinde son olarak bize düşen görev nedir diye soracak olursak; bu yeni medeniyetin ideal insanı, Türk’ün penceresinden bakan kişi olmalıdır, diyebiliriz.

İslam’ın itici gücünden azamiyle faydalanan, bunu varlık nedeni sayan ama taassuptan uzak duran hasletlerle donanmalıdır.

Türkçe’yi bilim ve felsefe dili, başka bir ifadeyle medeniyet dili yapmayı amaçlamalıdır.

Materyalist ve mistik anlayışlardan uzak durarak inanç ile bilimi ve felsefeyi rakip görmeyen onları bütünün parçaları olarak gören bir anlayışa sahip olmalıdır.

Aydınlarımız, her alanda çağa damgasını vuran sistemler oluşturmalıdır.

Din, felsefe, bilim ve sanat alanında çağları etkileyecek çalışmalarla medeniyetimizi yeniden şaha kaldırmalı ve yarının ufuklarına doğru kutlu yürüyüşü başlatmalıdır.

Bu yürüyüş sadece Türk’ün “Ergenekon’undan çıkışı “olmamalı; Türk-İslam medeniyetinin gerçekleşmesine ve adalete susamış insanlığa da umut kaynağı olmalıdır.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.