Türkiye’de sosyal patlama olur mu?

Türkiye’de sosyal patlama olur mu?
05.12.2019
A+
A-

Ülkemizde nüfusun 65 milyon olduğu ve bu nüfusun % 35’inin tarım kesiminde yer aldığı 2001 ekonomik krizinde, günlerce süren “Türkiye’de sosyal patlama olur mu, olmaz mı” tartışması yaşanmıştı. Bizim de o günlerde Bursa Haber Gazetesi’nde “Türkiye’de Sosyal Patlama Olur Mu” adlı bir makalemiz yayımlanmıştı. Orada, kısaca “Mesleği ve yaşam biçimi ne olursa olsun kentlerde yaşayan yurttaşlarımız, ülke ekonomik krizde de olsa akrabalık bağı nedeniyle tarhanasını, peynirini, bulgurunu, turşusunu, kuru fasulyesini, nohudunu, mercimeğini, kavurmasını köylerinden tedarik ettikleri müddetçe Türkiye’de sosyal patlama olmaz” diye yazmıştık.

TÜRKİYE GERİYE GİTTİ

O günlerden bu yana Türkiye’de çok şey değişti. Nüfus 82 milyona dayandı. Kırsal kesimde yaşayan ve tarımdan, hayvancılıktan geçinen % 35’lik nüfusun % 28’lik kısmı köyünü, merasını, tarlasını, çiftini çubuğunu bırakıp kentlere doluştu. Bunların tamamı çoban ve çiftçi olduklarından, çok az bir kısmı apartman görevlisi ya da inşaat sektöründe ekmek yiyebildi. Gerisi istihdam edilemedi, işsizler ordusuna katıldı. Çünkü 20 yıldır bir tek fabrika kurulmadığı gibi olanlar da birer birer kapanmaya başladı. Tüm sektörlerde durum aynı.

Kırsal kesimde kalanların oranı % 7’ye indi. Onların da yaş ortalaması 65. Memleketin tarımsal üretimi bu yaş grubuna kaldı. Eskiden köyde yaşayanlar A’dan Z’ye yiyeceğinin tamamını kendileri üretirdi. Artık ekmeğinden sebzesine, yumurtasından peynirine her şeyi köy bakkalından, yoksa ilçe veya şehirdeki marketlerden karşılıyor. Sadece ekonomide mi böyle?

Türkiye, en başta farklılıkların, düşünce ve inanç özgürlüğünün teminatı olan laiklikten, yanı sıra demokrasiden uzaklaştı, bir sosyal ve hukuk devleti olmaktan tamamen çıktı. Vatandaştan toplanan vergiler, vatandaşa hizmet olarak dönsün diye yatırımlara harcanacağına, devletin başına çöreklenenler tarafından hem israf edilmekte, hem de şeffaflıktan ve denetimden uzak tutulduğu için, nasıl olduğunu kimsenin pek anlayamadığı biçimde iç edilmektedir. 2002 yılına kadarki Cumhuriyet tarihi boyunca halktan toplanan vergiler 700 milyar dolardı. Bu mahdut para ile Türkiye Cumhuriyeti gibi dünyanın en saygın devleti inşa edilmişti. Son taksidi 1954’te ödenen Osmanlı’nın dünya kadar borcu da bu paradan ödendi. Tarımda dünyada kendine yetebilen birkaç ülkeden biri, başta tarım ürünleri olmak üzere ihracatıyla da dünyanın 15. büyük ekonomisi bile olmuştu bir dönem.

2002-2018 yılları arasında ise tam 2 trilyon 100 milyar dolar vergi toplandı. Buna ek olarak 550 milyar dolar borçlanıldı. Bu da yetmedi, özelleştirme adı altında Türkiye’yi Türkiye yapan kamu işletmelerinin tamamı 60 milyar dolara haraç mezat yandaşlara peşkeş çekildi.

Devletler, ancak demokratik kurallarıyla ve güçlü kurumlarıyla dünyadaki saygın konumlarını koruyabilir. Oysa Türkiye şu anda içeride tarihinin en büyük ekonomik ve toplumsal krizini yaşamaktadır. İşsizlik ve enflasyon hat safhada. Üretim her alanda durmuş. Cari açık hızla artıyor. Dış borç, tefecilerden alınan yüksek faizli kredilerle döndürülmeye çalışılırken, bu yöntem dış borcu daha da artırıyor. Bilim yol gösterici olmaktan çıkarılmış, özerk üniversitelerin ve diğer tüm çağdaş eğitim kurumlarının yerine tekke ve tarikatlar ikame edilmiştir. Toplum kutuplaştırılmış, onu bugüne kadar mutlu ve diri tutan sosyal ve kültürel değerler tümüyle ayaklar altına alınmıştır. Bu ekonomik ve toplumsal dönüşüm, krizi aşıp bir bunalıma dönüşmek üzeredir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ne idüğü belirsiz, tamamı tüketici olan 10 milyona yakın Suriyeli, Asyalı, Afrikalıyı besleme gafletine düşmüşüz.

Türkiye Cumhuriyeti dışarıda itilmekle, kakılmakla, yoksul ve yalnız bırakılmakla kalınmamış, sadece egemen devletlerin değil onların peydahladığı terör örgütlerinin de tokatlayıp durduğu bir şamar oğlanına döndürülmüştür. Dış politika şiarı “Yurtta Barış, Dünyada Barış” olan Türkiye’nin ne komşuları arasında, ne de dünyada bir tek dostu kalmamıştır. Ege ve Akdeniz’deki münhasır ekonomik alanlar ihmal edilmiş, siyasal İslamcı emelleri uğruna girilen Suriye bataklığının içinden çıkılması da çok zor bir hal almıştır. Velhasıl Türkiye’nin, eli kolu bağlı esir alınmış bir ülke görüntüsü verdiği çok açık. Peki, sosyal patlama olur mu?

HER ŞEYE RAĞMEN ENSEYİ KARARTMAYALIM

Selçuklu’nun, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan nedenlerin çok daha fazlası, yüz yıllık ömrünü geride bırakmış genç Cumhuriyeti dört bir yandan sarmış olabilir. Lakin Cumhuriyeti Osmanlı’dan ve Selçuklu’dan ayıran bir o kadar da benzersiz neden var. Şöyle ki; Selçuklu sultanlıktı, Osmanlı padişahlık, yani kral ile Tanrının yetkisini kendinde toplamışlardı. Demokrasi ve yurttaşlık bilinci topluma yerleşmemiş, tebaayı oluşturan herkes sultanın ve padişahın kulu, diğer her şey de mülküydü.

Tıpkı İngiltere ve Fransa krallıkları ile Rus Çarlığı’nda olduğu gibi. İngiliz Devrimi, 1215 Magna Carta ile başlayıp 1640’a kadar devam eden, parlamento ile kral arasında verilen yönetimi paylaşma kavgasıdır. 1789 Fransız Devrimi, ekmek, özgürlük, eşitlik temellidir. 1917 Rus Bolşevik Devrimi de işçi sınıfının olmadığı bir ülkeye sosyalizmi getirme çabasıdır. Üçünü de aşkın bir şekilde yurtta ve dünyada kalıcı barışı tesis etmekle birlikte, sürdürülebilir eşit yurttaşlığın ve tam bağımsızlığın evrensel yaratıcısı ve hamisi olan 1923 Türk Devrimi ise insanlığın geleceğine sunulmuş bir armağandır.

Bugün baktığımızda İngiliz Devrimi monarşiyi kuşa çevirmiş, demokratik parlamenter sistemi güçlendirmiştir. Fransız Devrimi, monarşi yerine yarı başkanlığı ikame etmişse de karşısında çok güçlü demokratik bir parlamentosu vardır. Her ikisi de Montesquieu’nun icadı kuvvetler ayrılığına dayanır. Rusya sosyalizm sandığı düzeni devam ettiremediği gibi, son 30 yıl içerisinde Çarlık monarşisinden geri kalır yanı olmayan otokrasiye geçmiştir.

Türkiye’ye gelince; dünyayı kurtaracak düzenin kurucusu Atatürk’ün ölümünden sonra yeniden saldırıya geçen sömürgeciler, Türk Devrimine yönelik karşı devrim sürecini Marshall yardımıyla başlattılar. Yaptırdıkları 12 Eylül askeri darbesinin gölgesinde Ortadoğu’ya iyice yerleştiler. İktidara getirdikleri AK Parti hükümetlerinin marifetiyle de muasır medeniyet seviyesine çıkan merdivenlerde Türkiye’nin paçalarından tutup Ortadoğu bataklığının içine çektiler. Demokratik rejimin yerine, dünyada hiçbir örneği olmayan, insanın ve tarihin doğasına aykırı tek adam rejimi getirildi. Sultanlarda, padişahlarda dahi olmayan yetkiler tek adama verildi. Birkaç yıl içinde devletin kurumları çöktü, hukuk iğdiş edildi, toplumsal çürüme baş gösterdi. Kimsenin önünü göremediği, yolu yordamı olmayan karanlık bir sürece girildi.

Türkiye bu karanlık balçıktan çıkar mı? Elbette çıkar! Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, sadece 3 bin yıllık Türklüğün değil, dünya müktesebatının ete kemiğe bürünmüş kaçınılmaz sonucudur. Ne badireler atlatmış bu milletin, bugünkü makûs talihini en kısa sürede yeneceğine olan inancımız tamdır.

KÖYDEN TARHANA GELDİKÇE…

Bunu da yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip çıkan, memleketinin gerçek efendisi ve gerçek üreticisi olarak yapacaktır. Köylerinde, kasabalarında terk ettiği topraklarına, meralarına geri dönüp tarımı ve hayvancılığı daha da geliştirerek yapacaktır. Bütün yurttaşlarına yeteceğinden daha fazlasını üreterek, ürettiklerine katma değer ekleyerek yapacaktır. Atatürk’ün kurduğu tarıma dayalı sanayi kuruluşlarını yeniden, hatta daha da gelişmişini teşekkül ederek yapacaktır. İçeride kooperatiflerde birleştirdiği gücünü, dış pazarlarda başkalarıyla edeceği rekabetteki gücüyle birleştirerek yapacaktır. Hiçbir yurttaşının aç, yoksul, işsiz, avare, evsiz, barksız, güvencesiz olmadığı, herkesle dost, güçlü bir Türkiye özlemiyle yapacaktır.

Bütün dünya Atatürk’e koşarken, bizim Atatürk’ü ve bize bıraktığı refah ve fazileti reddetmeye kalkmamız çok yaman bir çelişki değil mi? Ne olduğunu kimse bilmese de ülkemizi büyük bir felakete sürüklediği artık herkes tarafından bilinen bu tek adam rejimine ilk seçimde son vermek gerekiyor. Baksanıza, bu rejimin kurulmasında ustabaşı olanlar dahi, parti kurup onu kaldırmak üzere seferber olmuşlar!

Umudumuz o ki; eskisinden daha da güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye bir an önce geçilir. Toprağa bağımlı yaşamaya alışmış olanlar ve toprağa özlem duyanlar kentlerde istihdam edilmeyeceklerse köylerine geri döner. Ebesiyle, hemşiresiyle, hekimiyle, öğretmeniyle, ziraatçısıyla, veterineriyle ülkesine ve insanına sevdalı bir yaşam akar; iktidarın ve emrindeki diyanetin ölü toprağı serptiği kırlara. Sonra ne mi olur? Tarhana başta olmak üzere çuval çuval, sepet sepet erzaklar köylerden kentlere her dem neşeli bir yolculuğa çıkar. Herkesin karnı doyar. O zaman sosyal patlama diye bir şey de olmaz!

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.