Türkiye’nin Coronavirüs’le imtihanı
Dört aydır dünyayı kasıp kavuran Coronavirüsü Covit-19, hiç ayırım gözetmeksizin yüz binlerce can aldı, almaya da devam ediyor. Hiçbir ayırım gözetmeksizin insanları kurtarmak için bu virüsle mücadele etmeyi de sağlık çalışanları ve bilim insanları göğüslemiş durumda.
Papazlar, İmamlar ve Avukatlar
Avrupa kıtasında bir iki kilisenin papazı bu salgını inandıkları dinin tanrısı ile insanlar arasındaki bir meseleye dönüştürmek isteyip bir iki kelam ettiyse de bir din medeniyeti değil bir bilim medeniyeti olan kıtada, hele böyle bir zamanda Avrupalılar papazları adam yerine, dediklerini de fikir yerine koymayınca balonları ağızlarında patladı.
Türkiye’de ise bu zor günlerde toplumun yekvücut olup moral bulmaya çalışmasına ve sağlık çalışanlarının gayretleri sayesinde iyi kötü salgınla yapılan mücadeleye her gün yeni bir darbe vuruluyor. İktidarın attığı her adımla salgını siyasi fırsatlara çevirmesi yetmezmiş gibi Diyanet İşleri Başkanı da tanrının emirlerini kendince yorumlayarak bu salgının sebebinin eşcinsellik ile nikâhsız birliktelik olduğu ve hep birlikte bu kesimlerle mücadele edilmesi gerektiği açıklamasında bulundu.
Barolar sorumlulukları gereği bu iddianın yersiz ve yasalara aykırı olduğunu kamuoyuna açıklayınca, ancak toplumu siyasi ve dini değerler üzerinden ayrıştırarak iktidarda kalabilen AKP Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı şapkasıyla ayrışmanın derinleşmesine hizmet eden bir söylemde daha bulundu; ‘Baroların bu eleştirisi devlete saldırıdır’ dedi. Savcılar yasaları çiğneyen Diyanet İşleri Başkanına soruşturma açacağına Cumhurbaşkanının hedef gösterdiği, bu ülkenin kanunlar devleti olduğunu herkese hatırlatan Barolara açtı. Atanmış Adalet Bakanı da yasaları hiçe sayan Diyanet İşleri Başkanının yanında yer alınca, millet adına karar veren devletin temsilcileriyle millet arasında ciddi bir uçurum oluştu.
Peki, devletle milleti karşı karşıya getiren bu akıl tutulması karşısında ne söylenebilir?
Dünyada demokrasinin nabzını tutan Alman Dönüşüm Endeksi, fiilen otokrasiye geçtiğini söylese de Türkiye Cumhuriyeti hala laik ve bir hukuk devletidir. Yani tanrının buyruğuyla değil milletin kendisinin yaptığı yürürlükteki yasalarla yönetildiğini hatırlatmalıyız. Türkiye çok kültürlü, çok etnisiteli, çok dinli bir ulus devlettir. İnanç özgürlüğü vardır ve laiklik bu özgürlüklerin teminatıdır. Diyanetin görevi, tarihsel süreçleriyle birlikte yeryüzündeki tüm inançlar hakkında yurttaşlarımızı bilgilendirmektir. Ülkemizdeki tüm inançların hepsine aynı mesafede durup cami, cemevi, kilise, havra veya ister Budist, ister Mecusi tapınağı olsun o inanç kurumlarının tamamını aynı yaklaşımla yönetmektir. Hukukun işleyişine ve insanların özel hayatına, ahlaki, kültürel değerlerine de asla ve asla burnunu sokmamaktır.
Diyanet İşleri Başkanının iddiasını, Ortaçağda kilise papazları uygulamaya koymuşlardı bile. Papazlar salgınlara kedilerin sebep olduğunu ileri sürmüşlerdi önce. Tanrının laneti diye kediler ortadan kaldırılınca da farelerden geçilmez oldu. Bu da veba vb daha başka salgınlara yol açtı. Papazlar bu kez eşcinselleri, Yahudileri, Çingeneleri salgınların nedeni olarak gösterince, bu kesimlere mensup insanlar yakılarak öldürülmüşlerdi. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanının bu söyledikleri, Ortaçağdan kalma bir sorumsuzluk örneğidir. Bunun bir adım ötesinin doğuracağı sonucun, Ortaçağ Avrupa’sındaki sonuçla aynı olması kaçınılmazdır.
İktidar ve Muhalefet Partileri
İktidarın bu salgın dönemindeki akla ve vicdana aykırı uygulamaları, aslında son derece anlaşılabilir nedenlerden kaynaklanmaktadır:
Muhalefet partilerinin yönetimindeki belediyeler, özellikle de büyükşehir belediyeleri hırsızlığın, yolsuzluğun önüne geçmiş, ayırım gözetmeksizin halka hizmet ediyorlar. İktidar bunların elini kolunu bağladığı halde kıt imkânlarını verimli ve yaratıcı kullanarak, toplumun tüm kesimlerini birbiriyle kaynaştırarak halka bu zor günleri atlatacak ekonomik ve sosyal önlemleri alıyorlar. Yani hükümetin yapması gerekirken yapmadığını onlar yapıyor. Muhalefet partilerinin genel merkezleri de ülkenin ve vatandaşların sorunlarına çözüm olabilecek söylemleriyle hep iktidarın uzak ara ile önünde gidiyorlar. Böylece Millet İttifakı dediğimiz muhalefet, yerelde ve genelde halkın umudu haline gelmiş bulunmaktadır.
İktidar partisi ise Atatürk Cumhuriyetini zaafa uğratarak iktidar olmalarına giden yolu açanların oluşturduğu mağduriyetleri oynayarak sözde demokrasi adına, gerçekte ise demokrasiyi ortadan kaldırmak üzere ve Cumhuriyetle çatışarak iktidara gelmişti. Ancak gelinen noktada, laik ve demokratik cumhuriyetin düşmanı, Türk milletinin maddi ve manevi değerleriyle ulusal egemenliğini ve bağımsızlığını peşkeş çekecek kadar da emperyalizmle işbirliği içinde olduğu görüldü. Türkiye’nin müktesebatıyla uyuşmayan vizyonu ve misyonuyla miadını tamamlamış, bundan sonra da yolsuzluk yapanların dışında kimsenin işine yaramayacak bir metaya dönüşmüş durumdadır. Böylece halkın kendisine olan teveccühü ve güveni kaybeden AKP, şimdi de iktidardan gitmemek için daha yoğun ve daha pervasız yeni çatışma yöntemlerine başvurmaktadır.
Bunların başında Diyanet İşleri Başkanlığını kullanmak geliyor; protokoldeki yeri 51. sıra iken 10. sıraya yükseltilmesinin altında yatan sebep başka ne olabilir ki? Eğer kilise papazlarının Ortaçağda salgın hastalıkların nedeni olarak gösterdiği saçmalıkları, bir din görevlisi aynı amaçla bugün öldürücü bir pandeminin yaşandığı laik Türkiye Cumhuriyetinde yasaları çiğneyerek söyleyebiliyorsa, sebebi başka yerde aramaya gerek yok. Diyanet, iktidarın emrinde toplumu çatıştırmanın bir aygıtı haline getirilmiştir.
Saçı yolunan Türkiye’nin keline sürülecek merhem, kendi çarelerini bulmaya her zaman muktedir olan güçlü ülkelerin başına sürülüyor; halka maske temin etmekten acizken Amerika, İngiltere, İtalya, İspanya’ya maske ve tıbbi malzeme gönderiliyor. Sağlık güvencesi dahi olmayan bir sürü vatandaş tedaviye muhtaçken, hastalığı hafif seyreden kendi parti üyesi ve aynı zamanda İsveç vatandaşı da olan bir dolar milyoneri, Katar ortaklı özel ambulans uçakla Türkiye’ye getiriliyor. Peki, içeriye ve dışarıya karşı yapılan bu siyasi şovu neyle açıklayacağız?
Salgında Da En Hakiki Mürşit Bilimdir
Camilerde zamanlı zamansız okutulan sala, tekbir ve dualarla, evlerinin balkonlarında sağlık çalışanlarına olan minnet ve 23 Nisan ile 1 Mayıs bayram kutlamaları dahi bastırılıyor. Halka hep ölümü hatırlatmakla, moralini çökertmekle virüsün kaçırtılamayacağını, corona hastalarının tedavi ettirilemeyeceğini kime, nasıl anlatacağız?
Demokratik ülkelerde vatandaşına sahip çıkılarak salgın sonrasındaki hayat planlanırken, perişan edilmiş haliyle Türk halkı Ortaçağ kafasıyla düşünen imamların duasına terk edilemez. Salgının hayatın üstünü örttüğü bu kara günlerde milleti tevekküle zorlayan iktidarın 4-5 milyar liralık harcamayı 200 milyar lira olarak lanse etmesi, bu sisli havayı fırsat bilip yolsuzluklarına devam etmesi kabul edilemez. ‘Yargının baskısı, Diyanetin duası’ diyerek corona ile hiç mücadele edilemez.
Bunun yolu, şeffaflıktan ödün vermeden ekonomiyi iyi yönetmek ve bilimin sesine kulak vermektir. Atatürk’ün yüceliğinin, Cumhuriyetin erdeminin turnusol kâğıdı, 1920’de kurulan Hıfsısıhha Enstitüsü ile herkes için inşa edilen milli, halkçı sağlık sistemi ve bu sistemin bu günlere hazırladığı sağlık ordusudur.
Eğer bu pandeminin sonunda ortaya bir başarı hikâyesi çıkarsa, bilin ki bu hikâye; aşı ve ilaç üretmek için kurulan Hıfsısıhha Enstitüsünü kapatan ve sağlık sistemini özelleştiren bu iktidarın değil, Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyetin ta o günden yazdığı hikâyenin devamıdır; Okumasını bilene tabi!