UÇURUMUN EŞİĞİNDEKİ TÜRKİYE
16 Mart 1920’de İngilizler’in 2. kez İstanbul’u işgal etmesi ve Şehzadebaşı Karakolu’nda 4 polisi şehit etmesi üzerine Yıldız Sarayı’na giden bir grup meclis üyesine Padişah Vahdettin, “Bir millet var koyun sürüsü, buna bir çoban lazım, o da benim” der. Ona göre halk koyun sürüsüdür. 38 gün sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da, duvarında “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı Büyük Millet Meclisini açan Mustafa Kemal, Türkiye coğrafyasının salt bir koyun merası değil, bir vatan olduğunu, üzerinde yaşayan insanların da Vahdettin’in otlattığı koyun sürüsü değil, iradesini eline almış Büyük Türk Milleti olduğunu haykırarak karşılık verdi Vahdettin’e.
VATANI VE MİLLETİ SATAN KİM, KURTARAN KİM?
Bugünkü Neo Osmanlıcıların kirli çıkarlarına alet ettikleri Abdülhamit’in padişahlığında Osmanlı topraklarının üçte ikisi kaybedildi. O günlerin öngörüsüz saraylıları acı Balkan yenilgisine Galiçya, Sarıkamış ve Kanal trajedilerini de ekledi. Neyse ki Avrupa’da filizlenen vatan ve hürriyet akımları, Anadolu ve Trakya’yı yurt edinmiş topluluklarda bir Türk vatanperverliğine dönüştü. Bundan en iyi beslenen Atatürk, Trablusgarp’tan Şam’a Mağrip’te ve Hicaz’da İngilizlerden ve işbirlikçisi Araplardan, çarpışarak sıfır kayıpla kurtarabildiği Osmanlı ordusunu, gerçek vatanı savunmak üzere Milli Misak sınırlarının içine çekti.
Bu yorgun savaşçılarla, bunlara katılan on beşlilerle, bir yokluk döneminde, içeride ihanetin kol gezdiği, dışarıdan canavarca saldırıların yoğunluk kazandığı zor bir zamanda Atatürk gibi bir dâhinin önderliğinde kurtarıldı bu vatan. Ve bu vatanın üzerinde, Osmanlı’dan geriye kalan kul kırıntılarından eşit yurttaşlığa dayalı bir millet, bu milletin egemenliğine dayalı tam bağımsız demokratik ve laik bir devlet kuruldu.
SONRA NE OLDU?
2016’daki anayasa oylamasıyla Atatürk’ün saraydan alıp millete verdiği egemenliği; Tayyip Erdoğan, milletten alıp kendi şahsında yeniden saraya devretti. Bu işte, dünyanın en büyük istihbarat ve hırsızlık örgütü Fetullah Gülen cemaati ile emperyalizmin bir diğer uşağı liberallerin figüran olarak kullanılması ayrıca şeffaf olmayan yöntemlere başvurulması bu yeni düzenin meşruluğunu tartışılır hale getirmiştir.
Bu toprakların geçmiş mirasını üstlenen Türk halkı, Sümerler gibi, Hititler gibi o dönemlerin gelişmiş medeniyetini bu topraklarda yeniden bugüne ve dünyaya uyarlama yolunda iken, bugün geldiği noktada içeriden ve dışarıdan yapılan yüz yıl öncesine benzer saldırılarla karşı karşıyadır. Ülkeyi yönetenler maalesef cumhuriyetin kuruluş ve işleyiş felsefesini terk ederek dış güçlerin kuklası olmuş ve onların kötü emellerine hizmet eder duruma düşmüşlerdir.
O kadar ki; son Osmanlı padişahları ayağını kaldırmış, Türkiye’nin bugünkü yöneticileri aynı yere ayağını basmış gibi bir benzerlik var aralarında. 14 Aralık 2016’da sarayda yapılan Milli Tarım Projesi toplantısında Sn. Cumhurbaşkanı, “Peygamberlerin mesleği olan çobanlığı ve çiftçiliği ülkemizde hak ettiği konuma getirmeliyiz. Çobanlık deyip hafife almayın. Çobanlığın felsefesini, psikolojisini anlamayan, insan yönetemez. Ben de bir çobanım” dedi.
KİM İLERİCİ, KİM GERİCİ?
Bir de Erdoğan’ın ve AKP iktidarının ortadan kaldırmaya azmettiği Atatürk’ün ve Cumhuriyetin, çiftçilik ve çobanlık felsefesine, psikolojisine bakalım. Daha Cumhuriyet kurulmadan önce, ”1 Mart 1922’de TBMM’nin 3. Toplanma Yılını açarken yaptığı konuşmasında Atatürk; “Memleketin hakiki sahibi, hakiki müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık olan, köylüdür. Efendiler; diyebilirim ki bugün felaket ve sefaletin tek sebebi bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Yedi asırdan beri cihanın çeşitli ülkelerine sürerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima tahkir ettiğimiz, aşağıladığımız, bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak seviyesine indirdiğimiz bu asil sahibin huzurunda, tam bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım. Milletin çiftçilikteki ve çobanlıktaki çalışma imkânlarını, asri ve iktisadi tedbirlerle en yüksek seviyeye çıkarmalıyız” derken;
17 Şubat-4 Mart 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’ndeki açılış konuşmasında da; “Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla halkımızın ekseriyeti çiftçi ve çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti ve kudreti bu sahada gösterebiliriz. Ve bu sahada mühim müsabaka meydanlarına atılabiliriz.” diyordu.
Erdoğan’ın söyleminden, yönetici olarak Vahdettin’le aynı çizgide olduğunu, TBMM’yi devre dışı bırakarak her şeye tek başına karar vermesiyle de Meclisi Mebusan’ın kurulduğu 1876’nın da gerisine düştüğünü görüyoruz. Yanı sıra çiftçilik ve çobanlık peygamberlerin mesleği olmasa sanki üzerinde durulmaya değmezmiş gibi bir sonuç da çıkarılabilir. Oysa Atatürk’ün söylediklerinin, çiftçi ve çoban ile tarım ve hayvancılık konularında, peygamberlerin ve filozofların dahi düşünemediği, geleceğe hitap eden sağduyulu öngörülerin birer eseri olduğunu çok net anlıyoruz.
Atatürk’ün bu öngörüsü sayesinde Türkiye, AKP iktidarına kadar tarımda kendine yeten ve tarım ile kalkınan bir ülkeydi. Erdoğan’ınsa, bulunduğu yöneticilik pozisyonunu uluslararası geçerliliği olan liyakate dayalı normlarla ifade edeceği yerde çobanlık sıfatını kullanarak tarif eden söylemi milleti incittiği gibi çiftçiliği, çobanlığı, tarımı ve hayvancılığı da bitirdi maalesef.
YENİ YOLLARIN BAŞLANGICI
‘Millete koyun, kendisine çoban’ diyen Vahdettin, imparatorluğu İngilizlere teslim etmişti. Sn. Cumhurbaşkanımız da PKK’nın Suriye kolu YPG’ye karşı başlattığı ve Türk halkının tümüyle arka çıktığı barış operasyonunu, Amerika’nın ailesine ait haksız edinilmiş mal varlığını açıklayacağını söylemesi üzerine durdurdu. Ardından kamuoyunun dikkatlerini dağıtmak mı, iktidarının ömrünü uzatmak mı, yoksa gerçekten nihai siyasi hedefi midir bilinmez, ulusal güvenliğimize tehdit oluşturmadığı halde, bütün dünyanın terörist olarak tanıdığı İhvancı cihatçıların hamiliğini üstlenmek üzere, Türk ordusunu bir yabancı ülkenin toprağı olan İdlib bataklığına sürdü.
İdlib’de başlayan savaş, iki sonuçtan birisini doğuracaktır. Bir tanesi, Türkiye’nin orada ekonomisi başta olmak üzere tüm gücünü tüketerek, birkaç parçaya bölünmüş sıradan bir Ortadoğu ülkesi haline gelmesi. Böyle olması durumunda, tarım ve hayvancılığı konuşmanın ne anlamı, ne de gereği kalır. Diğeri de ülkeyi yönetemez hale gelmiş AKP’nin iktidardan gitmesiyle birlikte ülkenin toprak ve millet bütünlüğünü koruyarak normale dönmesi, milletin kaderini kendi eline alması, demokrasisini tamir ederek eskisinden daha güvenli bir şekilde yoluna devam etmesi olacaktır. Ancak o zaman tarımı, neyin çobanı olduğu konusunda kafası karışık olanların etkisinden kurtarabilir, daha makul düşüncelerle ele alıp geliştirebiliriz.