Ülkücü kardeşim, ülkücü duruşun zamanı gelmedi mi?
Ülkücü duruş her şeyin üstündedir. Yapılar, örgütlenmeler bu duruşa göre birer detaydır.
Kavruk Anadolu çocuklarının hazin hikayesini yaşamak ve sonucunda hüsrana uğramak en büyük infial değil de nedir?
Bir hareketin karar anı diyebileceğimiz zor, sıkıntılı bir o kadar da sorumluluk taşıyan bir dönemden geçiyoruz. Ortaokullardan başlayarak gençlik yetiştirmeye başlayan ocaklar, şehitler, gaziler ve birçok mağduriyetler…
Bu hareket hangi şartlar altında bugünlere geldi sorusuna cevap vermeden bugünü anlamamız de mümkün değildir. O muhteşem maziye baktığımızda; ülkü ocaklarının kiralarını okul harçlıklarıyla ödeyen, yemek parasını günlük gazetesine ayıran bir nesil, cezaevlerine düşen arkadaşları ve ailelerine kol-kanat germeye çalışan ahlaki bir fazilet, yurdun herhangi bir yerindeki dava arkadaşının sıkıntısını içinden hisseden muazzam bir vicdan görürüz.
Parti çalışmaları için kendi aralarında para toplayan seçkin bir topluluk, kendi bölgesinde herhangi bir problem varsa çözümünde liderlik eden bir anlayış, ülkesi hakkında bir söz söylenecekse, eylemde bulunulacaksa bütün dikkatlerin üzerine çekildiği bir teşkilat ve bunun yanı sıra bütün ülkücülerin birbirinden de haberdar olduğu kolektif bir dayanışma ruhu…
Tarihimizi öğrenmek isteyenlere bunlar sadece birkaç küçük örnektir. Bizler böyle bir ocağın kültüründen yetişerek, o sorumlulukları alarak, o şuuru kazanarak bugünlere geldik.
Bu şuurla yetişen bir neslin misyonunda ne başarısızlık, ne de yenilgi olmamalıydı.
Peki, ne oldu da bugün etkisiz elemana dönüştü?
Bir ihtilal gencecik fidanları devirdi. Hapishaneler, sürgünler, meslekten atılmalar, efsanevi lideri hakka yürümesi, psikolojik travmalar sonucunda alaboraya kapılmış bir gemiye döndü bu hareket.
Gemiyi tekrar rotasına sokabilmek için bir pusulaya ve kaptana ihtiyaç vardı. Asıl sıkıntı bundan sonra başladı. Yolcular yorgun, kırgın ve hak etmedikleri bir tavır ile karşı karşıyaydılar. Ruh halleri “öz yurdun da garipsin /öz vatanında parya” ile ancak ifade edilebilinirdi. Pusula da bir problem yok gibi; pek de iyi olmamalarına rağmen yol almalarını sağlayacak durumdaydı. Kaptan ve tayfası içinse aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Alabora korkusu iliklerine kadar işlemişti; hep durgun havalarda denizde olmaları gerektiği anlayışı onların olmazsa olmazları olmuştu.
Gemi ne limana varabiliyor, ne de derin sularda yol alabiliyordu. Bu durum karşısında bizim de kaderimiz kaptan ile tayfasının gemiyi yönetme anlayışına endekslendi. Aksiyoner bir hareketi asıl özeliklerinden arındırarak “birilerinin” istediği şekle koydular; kurdu, kuzuya dönüştürdüler. Bozkurt Akkurt oluverdi bu süreçte. İhtilalin bile yapamadığı tahribatı kendi içinde görmesi, bu hareketi ve mensuplarını derinden etkilemişti.
Girdiği ocak ona hitap edemiyor, partide o mutluluğu yakalayamıyor, genel merkez daha da yabancısı olduğu bir yapı… Ülkücünün bir isyanı var; kendini, teşkilatını, ocağını, gazetesini, samimiyeti, vefayı, dostluğu, fazileti, vicdanı arıyor. Kısacası Kürşat ruhunu özlüyor ve arıyor.
Yeni yapılanmalara gidiyor orada da aynı hastalıklardan bir türlü kurtulamıyor. Hedefe kilitleneceği yerde miyop bakışlarına uygun ikbal hedeflerine ülküsünü kurban ediyor…
Şahsiyetçilik ve ilmi bakış, ülkücünün en büyük karakteristik özeliği iken biat etme ve birilerinin kapıkulu olma hastalığının girdabında mankurtlaşmaktadır…
Ülkücü, ikinci adamlığı içine sindiremiyor; yaşadığı coğrafyada o konuşmak, karar vermek ve hükmetmek istiyor. Gündemi başkası belirler, biz konuşuruz anlayışına isyan ediyor..
Beyler, bu gidiş hayra alamet değildir.
Hala neyi bekliyoruz?
Camiamızdan koptuk, ülkümüzden, siyasetten, sevdamızdan koptuk; peki, neye tutunmaya çalışıyoruz? Tutunduğumuz dal bizi yok etmek isteyen bir ahtapotun kolu olduğunu hala anlayamadık mı?
Türk’ün ateşle imtihanında herkes sorumluluğu almak zorundadır. Şu an yönetimde olanlar ve bu davaya gönül verenler, ‘ben-sen’ olayından kurtularak ‘biz’ duygusuyla hareket edelim, herkesi kucaklayalım, hem de hiçbir arkadaşımızı küstürmeden kucaklayalım düşüncesine sahip olmalıdır.
Olay kişilerle, yönetimlerle çözülemeyecek kadar derinleşmiştir. Yeni bir başlangıç yapmak gerekir. Bir ülkücüde olması gereken bütün hasletler, yönetimin en üst kademesinden en alt kademesine kadar nüfuz edebilmelidir. En önemlisi nicelikten çok, nitelikli ve kişiliği ile örnek olacak bireyler kuruluşlarda görev almalıdır.
Ülkücü duruş; her şeyin temelidir. Yapılar da, örgütlenmeler de bu duruşa göre şekillenir. Yapılara uygun ülkücü tipini tasarlayan mankurtlara artık ‘dur’ demenin zamanı gelmedi mi?
Demokrasi, hukukun üstünlüğü, sivilleşme, hesap verebilirlik ve şeffaflık; ülkücünün olmazsa olmazı olan temel ilkelerdir. Ülkücü, birilerinin dolgu malzemesi değil; oyunu kuran, yöneten, üstün bir iradenin çelikleşmiş yumruğudur.
Tüm bu sorunlar karşısında yeniden öze dönülmelidir. Aşkı, sevdayı, heyecanı kaybetmiş olanlar görevi bir bayrak yarışı gibi diğerlerine bırakmalıdır. Yeni bir kıvılcım, bir rüzgâr bütün birimlerde ülkücülerin ruhlarında kasırgaya, tufana dönüşmelidir. Bütün olumsuzluklara rağmen başta yetkililer olmak üzere her ülkücünün çabasıyla üzerindeki bu ölü toprağını atarak kendine gelmelidir. Bu öze dönüş, sadece ülkücü hareketin dönüşü olmayacak; Türk milletinin, Türk dünyasının, İslam dünyasının ve insanlığın kurtuluşu olacaktır. Böylelikle emperyalizmin her türlü türevlerine de bir başkaldırı yapılmış olacaktır. Bu hareket bütün bunları fazlasıyla yapabilecek güce ve iradeye sahiptir.
Ülkücü duruş; her şeyin üstündedir. Yapılar, örgütlenmeler bu duruşa göre birer detaydır.
Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin…