Vatan yahut Orman Yangını
Domatesi salçaya dönüştüren sıcaklar baş gösterince kimi tatil kimi de çıkacak veya çıkartılacak orman yangınlarının ülkeye ne kadar yazık edebileceğinin derdine düşer.
Datça’da, her kapitalistin iştahını köpürtecek kadar denize nazır turistik bir otelin yapımı için en ideal olan yerde ne hikmetse orman yangını çıktı. Hikmetinden sual olunmayan bu vakalar her nedense ülkemizin turizm bölgelerinde daha sık yaşanır oldu.
Kudretli Tarım ve Orman Bakanımız tebdili kıyafet eyleyip ormancı yeleği ile derhal yangın mahalline intikal ettiyse de yangını söndürecek olan o değildi. Yangını, sözde kendileriyle sözleşme yapılan Rus uçakları söndürecekti. Ama gelmediler. Peki, Türk Kuşları dediğimiz Türk Hava Kurumu uçakları neredeydi? Gerçekten de yerli, milli ve bu işin ehli olduklarından olsa gerek onlar bu işte oyun dışı bırakıldılar. Dünyanın en iyi yetişmiş yangın söndürme pilotlarından ve uçak bakım onarım teknisyenlerinden oluşan 11 uçaklık filonun mürettebatı da işten çıkarılmış durumda.
Neyse ki yetersiz de olsalar yine bu millete ait birkaç helikopterle yangın kontrol altına alınabildi. Yalnız bedeli de ağır oldu tabi; bir orman çalışanı hayatını kaybetti, hatırı sayılır miktarda ağaç da küle döndü maalesef!
Ormanları giderek azalan bir memlekette, ateşle oynayan eli baltalı insanlar çoğalıyor demektir. Ağacı kesilen, ormanı yok edilen topraklarda yaşayan toplumlar ruhsuz, duygusuz, bilgisiz insanlardan oluşur. Bunlar sadece ormanın değil kadın, çocuk, aydın demeden kendisi gibi düşünmeyen veya hesabına gelmeyen her canlının karşısına balta ile çıkarlar. Ölmekten ve öldürmekten başka bir şey bilmezler.
Toprağın önemi…
Bir zamanlar fetihler dönemiydi. İnsanlar, yurt edinmek için karaçalının yara tutunduğu gibi gruplar veya toplumlar halinde dört elle, yetmedi dişiyle tırnağıyla yapışacakları bir avuç toprak arayışındaydılar. Güçlendiklerinde bununla yetinmeyip talanla dünyayı fethetmeye kalkanlar bile oldu. Osmanlı da bunlardan biriydi. Ancak o dönemin bir miadı vardı. Osmanlı o süreci yönetememenin, sürecin nereye evirileceğini kestirememenin bedelini, kemiklerini yaban ellerde bırakmanın da ötesinde çok ağır ve pahalıya ödetti milletimize.
Gün geldi akan su yatağını buldu. Tarihin yetiştirdiği en büyük insan Atatürk’ün önderliğinde Sakarya Meydan Muharebesiyle başlayan Kurtuluş Savaşlarının tümü kazanıldı. O günkü sathı müdafaa ile binlerce yıldır Anadolu ve Trakya’yı vatan edinmiş bu yorgun millet, sonunda ait olduğu topraklarda özgür ve kanunlar önünde eşit yurttaş kimliği ile rahat bir nefes almanın onuruna kavuştu. Toprağın önemini vurgulayan “Bir avuç altının olacağına bir avuç toprağın olsun” sözünü de kendi iradesiyle tayin ettiği bugünlere ulaştırdı.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra bu topraklar üzerinde insanca yaşanılması için gerekli olan kurumları, kuruluşları oluşturup son derece modern ve topluma faydalı işlerlik kazandırdı onlara.
Ağacın önemi…
Bunlardan biri Atatürk Orman Çiftliğidir. Ankara’nın etrafında bunca kolay işlenecek verimli alanlar dururken neden çoğu engebeli, bir kısmı bataklık, hepsi verimsiz, çorak ve marjinal topraklar üzerinde örnek çiftlik kurmak istediğini soranlara; “Kötü dediğiniz bu toprakları biz ıslah etmezsek, kim yapacak?” diye karşılık vermişti. Hem “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” sözü bu milletin en öğretici atasözlerinden biri değil miydi? O halde Atatürk’e yakışan da bunu pratikte mümkün kılmaktı. Atatürk yaptı ve yeryüzünün çok amaçlı yararlanılan en yaşanılır habitatı oldu Atatürk Orman Çiftliği.
Bir diğeri Türk Hava Kurumudur. Bunu da istikbalin göklerde olduğunu bildiği için 16 Şubat 1925’te havacılık sanayisini oluşturmak ve askeri, sivil, sportif, turistik havacılığın gelişmesini sağlamak amacıyla kurmuştu. Bu alanda da hedefe ulaşıldı, üstelik Türkiye dünyaya savaş uçağı bile ihraç etmeye başladı.
Türkiye Cumhuriyeti tepeden tırnağa böyle inşa edildi.
Ancak Türk ve Türk devlet geleneği içinde yerini bulmuş toplulukların bu topraklar üzerinde esenlik içinde büyük ve gelişmiş bir toplum olmasını istemeyen işgalciler ve onların yerli işbirlikçileri hiçbir zaman uyumadı, boş da durmadı. Atatürk’ten sonra kanunlarını çiğnemek ve kurumlarını yok etmek üzere ülkemiz içeriden ve dışarıdan siyaset, diplomasi, casusluk ve hatta terör örgütleri kullanılarak şiddete başvurmak dahil çeşitli yöntemlerle yeniden kuşatmaya alındı.
Türk çiftçisine örnek olan, Ankara’yı da huzurlu bir kente kavuşturan Atatürk Orman Çiftliği, SİT alanı olmasına rağmen imar kanununa da aykırı bir şekilde yok edilmek amacıyla içine dünyanın en şaşaalı, bir o kadar da gereksiz sarayı yapıldı.
Türk Hava Kurumunun da Demokrat Parti döneminde uçak fabrikası kapatılarak askeri işlevine, AKP döneminde de kayyum atanarak, tarikatlar ve cemaatler kurumun gelirine ortak edilerek sivil, sportif ve turistik alandaki işlevine son verildi.
Atatürk Orman Çiftliğinin bugünkü yazımızla ilgisi; ağaçsız bir toprağın üzerinde yaşamaya değer bir vatan olamayacağı, Türk Hava Kurumunun ise orman yangınlarını söndürme kapasitesine sahipken atıl durumda bırakılamayacağı gerçeğini haykırmak içindir.
Kurumun elinde, 4 bin 900 litre sutaşıma kapasitesine sahip 9 adet Canadair CL-215 tipi yangın söndürme uçağı bulunmakta. Ancak Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı Orman Genel Müdürlüğü, yangın söndürme uçağı kiralama ihalesine “Uçakların en az 5 bin litre sutaşıma kapasitesine sahip olması şartı” koyduğundan, THK’nun uçakları bilinçli bir tercihle Etimesgut’taki Türk Kuşu Tesislerinde çürümeye terk edildi.
Oysa Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, Yunanistan ve Mısır gibi birçok ülkede, THK’nun elindeki uçakların aynısı kullanılmakta. Sutaşıma kapasitesinin 4 bin 900 litre ile sınırlı olması tamamen teknik bir konudur ve bu uçakların manevra kabiliyetiyle ilgilidir. Yani kapasitenin 1 litre arttırılması dahi manevra kabiliyetini riske sokmaktadır. Türkiye’deki orman alanlarının dağlık ve engebeli topografyası da kesinlikle bu uçakların yangınlarda kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.
Hal böyle iken, Rusya’nın Sibirya’daki uçsuz bucaksız tayga ormanları ile engin düzlüklerindeki ormanlarda yangınları söndürmek amacıyla ürettiği en az 10 bin litre ve üzeri sutaşıma kapasiteli uçaklarına ihalenin verilmesi, Tarım ve Orman Bakanlığının orman yangınlarına aynı kesinlikte seyirci kalma isteğinden kaynaklanıyor olamaz mı? Ülkemizdeki ormanlık alanlarda manevra yapma kabiliyeti olmayan Rus uçaklarının, sözleşmeyi ihlal ederek orman yangınlarına gelmemesi düşündürücü bir durum değil mi?
Tarım ne, orman ne?
Tarım ve orman, birbirinden ayrı alanlardır. Dolayısıyla tarım ve orman bakanlıklarının birleştirilmiş olması, Türkiye’nin devlet teşkilatlanması açısından kabul edilemez. Zira ormancılık, birçok sektör gibi ancak dolaylı olarak tarımla ilişkilendirilebilir. Ormanların faydası ve ekonomik getirisi saymakla bitmez ama öncelikle doğadaki bütün canlıların ihtiyacı olan oksijeni kesintisiz sağlar. Bitki florası ve hayvan faunasının daha da çeşitlenmesine yardımcı olur. İklimleri olumlu yönde düzenler. Erozyonu önler. Doğayı dengede tutar. Islah edildiği ölçüde de ülke ekonomisine artı değer kazandırır.
Orman Bakanlığının sorumluluk alanı sadece orman olmalıdır. “Ancak ormanın ve ağacın yetiştiği toprakların verimli olabileceğini, ancak ormanın ve ağacın olduğu yerde yaşanılabilir bir hayatın mümkün olabileceğini” idrak eden bir bakanı ve yöneticileri olmalıdır. Tarımın yok edilmesinde formenlik misyonu yüklenmiş bir bakanın, ülkemizin topografyasına uygun üretilmiş uçaklar dururken manevra dahi yapamayacak, üstelik bir yangın çıktığında kim bilir dünyanın hangi ucundan kalkıp gelecek yabancı uçaklarla sözleşme yapan yöneticilerin ormanları iyileştireceğine, ormanları yangından koruyacağına nasıl inanabiliriz? Acaba bu bakan ve yöneticiler, Atatürk’ün “Ormansız ve ağaçsız toprak vatan değildir” sözünün felsefini, ormancılık mesleğinin temel ilkesi olarak gören insanlar mıdır?
Cumhuriyetin başından itibaren orman konusunun başka hiçbir şeyle karıştırılmadan hep ayrı tutulması, özel bir önemle korunması ve varlığının sürdürülmesi çok bilinçli bir tercihti. Yediden yetmişe her yurttaşın iliğine işlemiş “Orman kanunu” da bu bilincin ürettiği çok kıymetli ve taviz vermez bir yasaydı. Peki, neden ormanlarımız orman vasfından çıkarılmakta, satılmakta, yakılmakta? Kanun yokluğundan mı dersiniz? Hayır; bunlar, kanun tanımamak ve ülke topraklarını bilinçli bir şekilde ağaçsız ve ormansız bırakma çabasıdır.
Turistik oteller için ideal olan bir yere çökmek için artık yangın çıkartmaya da hacet kalmamış ya! Çünkü bir sabah uyandığınızda bir gece yarısı kararnamesi ile ülkenin endemik bitkileriyle, polikültür ormanlarıyla donanımlı cennet bir köşesinin ya bir Arap emirliğine veya bir yandaş müteahhide verildiği ya da maden arama sahası olarak ruhsatlandırıldığı ile karşılaşabiliyorsunuz.
Üç yıldır Türkiye’yi göz gözü görmez bir karanlığa sürükleyen bu ucube rejim, Allah korusun eğer bir üç yıl daha devam ederse, Abdülhamit dönemindeki gibi bu ülkenin yurttaşları, üzerinde yaşadıkları toprakların ellerinden alındığı bir güne uyanırlarsa hiç şaşmamalıyız. Durum bu kadar vahim!
Peki, hiç mi umut yok derseniz, elbette var: Zira toprağın satılmayacağına, ağacın yakılmayacağına, suyun da bırakın kurutulması kirletilmeyeceğine dahi inanan bir milletiz. Toprağımıza, suyumuza, ormanımıza edilen her türlü ihaneti engelleyebilecek gücümüz de var.
Yeter ki ele geçirdikleri devletin gücüyle ülkeyi tümüyle mezada çıkaran zorbalar karşısında dik durabilelim; ülkedeki her şeyi yok etmiş, küle çevirmiş olsalar dahi bu her şeyin birer Anka Kuşu gibi yeniden kendi küllerinden yaratılabildiğine inanalım; bu cesaretle ve bu inançla tüm ihanetlere karşı hep birlikte kararlı bir tutum sergileyebilelim!