Zafer Partili Fikret Bayır: Türkiye olası bir İran-İsrail çatışmasında taraf olmamalı
Fikret Bayır, İsrail’in Şam’daki İran konsolosluk binasını vurması ile tırmanan askeri gerginliği endişe ile takip ettiklerini söyledi.
Zafer Partisi Milli Güvenlik ve Stratejiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Dr. Fikret Bayır, düzenlediği basın toplantısında ‘İran – İsrail gerginliği ve Türkiye’ye olası etkileri’ konuları hakkında partisinin görüşlerini paylaştı.
Zafer Partisi Milli Güvenlik ve Stratejiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Fikret Bayır, İsrail’in Şam’daki İran konsolosluk binasını vurması ile tırmanan askeri gerginliği endişe ile takip ettiklerini söyleyerek, önceki gün İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçları ile yaptığı karşı saldırının, Ortadoğu’da devam eden çatışmaların bölge geneline yayılması riskini arttırdığını kaydetti.
Gazze’de başlayan İsrail-Filistin İslami Direniş Örgütü çatışmalarının İsrail-Filistin İslami Direniş Örgütü sorunu olmaktan çıktığına dikkat çeken Fikret Bayır, bu savaşın bölge güvenliğine yönelik ciddi riskler içeren bölgesel bir soruna dönüştüğünü aktardı.
Bayır, İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı operasyonlardan da bahsederek, çoğu çocuk yaklaşık 35 bin insan hayatını kaybettiğini ve uluslararası camianın bu gözü dönmüş saldırganlık karşısında ya sessiz ve aciz kaldığını ya da saldırgan İsrail’in yanında yer aldığının altını çizdi.
Dr. Fikret Bayır‘ın görüşlerinden satırbaşları şöyle:
”İran-İsrail gerginliği ve Türkiye’ye yönelik muhtemel riskler konusunda Zafer Partisinin görüşlerini açıklamak için huzurunuzdayım.
1 Nisan 2024’de İsrail’in Şam’daki İran konsolosluk binasını vurması ile tırmanan askeri gerginliği endişe ile takip ediyoruz.
Önceki gün İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçları ile yaptığı karşı saldırı, Ortadoğu’da devam eden çatışmaların bölge geneline yayılması riskini arttırmıştır.
Bununla birlikte, İran’ın misilleme saldırısını, ABD’ye önceden bilgi vererek yaptığı anlaşılmaktadır. Bu durumu, İran’ın kendisine kurulan tuzağı görmesi ve askeri gerginliğin kontrolsüzce tırmanmasını önlemeye yönelik bir gayret olarak görüyoruz.
7 Ekim 2023’de Gazze’de başlayan İsrail-Hamas çatışmaları, artık sadece bir İsrail-Hamas sorunu olmaktan çıkmış ve bölge güvenliğine yönelik ciddi riskler içeren bölgesel bir soruna dönmüştür.
İsrail, Gazze’ye başlattığı ve orantısız güç kullanımı ile şekillenen askeri operasyonları ile Gazze’de sadece binaları ve şehirleri yıkmamıştır. Çoğu çocuk yaklaşık 35bin insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca Filistinli güney Gazze ve Refah kentine yığılmak zorunda kalmış ve insanlık dışı bir açlık ve yokluk içinde kıvranmaya başlamıştır. Bunların da ötesinde, Uluslararası camia, bu gözü dönmüş saldırganlık karşısında ya sessiz ve aciz kalmış ya da saldırgan İsrail’in yanında yer almıştır.
Diğer yanda, İsrail 6 aydır bölgede yaptığı operasyonlarda aslında tıkanma noktasına gelmiştir. Yaptığı operasyonlarda özellikle askeri lojistik bakımından ağır şekilde ABD’nin desteğine ihtiyaç duymaktadır. 10 Ekim 2023’de yaptığı ve Yom Kippur savaşından sonraki en büyük seferberlik uygulamasını, kısa süre önce ikinci bir seferberlik dalgası ile pekiştirmeye çalışmıştır. İsrail ordu birlikleri, ihtiyat birlikleri de dâhil olmak üzere, altı aydır, büyük bölümü ile güneyde Gazze’de, bir kısmı ise kuzeyde Lübnan sınırında ve ağırlıklı ihtiyat birlikleri ile Batı Şeria’da alanda olmaya devam etmektedir. Hamas’ın elindeki rehinelerden takas edilenler hariç diğerleri kurtarılamamıştır. Yani İsrail’in bir yanda uzun süreli bir savaşı sürdürebilecek kaynak alt yapısı tükenmekte ve dışa bağımlılığı artmaktadır.
Diğer yanda askeri birlikleri artık yorgun ve yıpranmış, ülkede sosyal yaşam tamamen alt üst olmuş ve kamuoyunda tepkiler artmaya başlamıştır. İsrail artık Musevilerin güvenle yaşayacağı bir ülke olmaktan çıkmış ve başta ABD’ye olmak üzere, halk bölgeden ayrılmaya başlamıştır. İşte bu ortamda İsrail, çok daha büyük riskler içeren bir yol izleyerek, çatışma alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bir yanda kuzey sınırındaki birlikler ile güney Lübnan’a ve güney Suriye’ye bir askerî harekât için tertiplenmekte, bununla birlikte İran’ı çatışma ortamına çekmeye çalışmaktadır. 1 Nisan tarihli ve bölgede daha önce gerçekleşen İran hedeflerine yönelik saldırılar bu amaca yönelik olarak gerçekleşmiştir.
Bu angajman arayışı ve İsrail’in İran’ı çatışma ortamına çekmeye çalışması, Gazze operasyonunun meşrulaştırılması veya Gazze’de tıkanmışlığına karşı, yeni bir çözüm ya da kamuoyu desteği arayışından öte anlam ve riskler içermektedir. İsrail halen kendisini destekleyen ülkeleri bir “SİLAHLI KOALİSYONA” zorlamaktadır. Başka bir ifade ile İsrail sadece İran’ı değil, bunun karşısında ABD, İngiltere, Ürdün, Suudi Arabistan ve destek veren diğer ülkeleri de çatışmaya çekmeye çalışmakta ve bugüne kadar üstlendiği yükü ve sorumluluğu onlarla paylaşmaya niyetlenmektedir. Nitekim İran tarafından fırlatılan füze ve dronlar sadece İsrail’in ‘Demir Kubbe’ olarak adlandırılan hava savunma sistemiyle değil, bölgedeki müttefik ülkelerin havadaki uçakları tarafından da hedef alınıp düşürülmüştür. Aslında İsrail’in tam olarak istediği budur. İran gerginliği yükseltmemeye gayret etse de, fiilen ve zorla İran cephesi açılmaya çalışılmaktadır ve İsrail’in bunu zorlamaya devam edecektir. İran cephesini açmanın amacı: Irak, Suriye veya Libya’ya benzer şekilde, İran rejimini hedef almak ve ülkeyi etnik veya inanç grupları üzerinden bölmektir.
Bölünmüş İran’ın Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir aşaması olduğu bilinen bir gerçektir. Bu aşamanın gerçekleşmesi, hem bu bölgedeki enerji kaynaklarının kontrol altına alınması, hem de Türkiye’nin doğudan kuşatılması anlamına gelecektir. Ayrıca Çin’in bölgeye yayılma yolunun kesilmesi ve Rusya’nın güneyden kuşatılması ile Büyük ve Güvenli İsrail’in kurulması hedeflerine hizmet edeceği de açıktır. Yani İran çatışmaya çekilerek, Irak ve Suriye’den sonra bölgede Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, Akdeniz erişimli kurulması düşünülen “Terör Garnizon Devleti” için üçüncü ayak da tamamlanmaya başlanacaktır.
Bu projenin 4’ncü ayağının Türkiye olduğu artık sır değildir. İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceği düşüncesi ise doğru ama eksik bir görüştür. Zira Türkiye 22 yıldır zaten hedef alınmaktadır. AKP liderinin “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı” ile başlayan süreç, Türkiye’yi doğrudan hedef etmiştir.
– Sınırlardan mayınların temizlenmesi,
– 13 milyon sığınmacı ve kaçağın hiç gereği yokken memlekete doldurulması ve memlekette kalmaları için onlara ayrıcalıklar tanınması,
– Ergenekon Balyoz süreci ve paralel yürüdükleri FETÖ’nün 15 Temmuz kalkışması ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hedef alınması ve yıpratılması,
– Asker hastanelerinin kapatılması,
– Ekonominin üretimden koparılıp tüketim odaklı hale getirilmesi, artık döndürülemeyecek hale gelen dış borç yükü, KÖİ projelerinde dövizle borçlanma, yüksek enflasyon, gelir dağılımı adaletsizliği ile başta emekli, dul ve yetimler olmak üzere halkın büyük bölümünün derin bir yoksulluğa itilmesi,
– Bahçeli’nin ön ayak olması ile “tek adam” rejimine geçilmesi,
– Çağdaş demokratik değerler ve hukuk devleti üzerinde ağır baskı oluşması,
– Türkiye’de kutuplaşmış siyasi anlayışla, inanç veya etnik yapı sömürüsü üzerinden siyaset yapılarak halkın birlik ve bütünlüğüne zarar verilmesi gibi hususlar.
Türkiye’nin en az İran kadar stratejik anlamda yumuşatılması ve zayıflatılması anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifade ile İsrail-Gazze çatışması ile başlayan süreç, İsrail’in zorlamasıyla, İran’ı hedef alan bir koalisyon ile yeni bir aşamaya gelmiştir. Bu aşama, Büyük ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi bağlamında, Türkiye için artık ötelenemez hayati riskler içermektedir. Bu süreçte, Emperyalist ülkelerin Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirmeye çalışacağı bilinmelidir. Bu bağlamda, İncirlik Üssü ve Kürecik Radarının İsrail’e destek vermeye devam etmesi, muhakkak Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirecektir.
Diğer yanda, Türkiye’deki 13 milyon sığınmacı ve kaçak ile bunların arasında Türkiye’ye sızan teröristler, Türkiye için yeni bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Sığınmacı ve kaçaklar ile Türkiye sadece GÖÇMENİSTAN değil, aynı zamanda TERÖRİSTAN olmaktadır. Çünkü selefi cihatçı örgütler artık Türkiye’de konumlanmıştır. IŞİD’in ana karargâhı Türkiye’dedir. Türkiye bu konumuyla, ne zaman ve nerede patlayacağı bilinmeyen bir saatli bombanın üstünde oturmaktadır. Başka bir anlatımla, İran çatışmasının oluşturacağı hassas güvenlik ortamında, Türkiye’de terör olaylarının artması ve iç çatışma riskinin yükseleceği kuvvetle muhtemeldir. İran cephesinin zorlanması ile gelinen aşama, Türkiye’nin derhal yeni güvenlik tedbirleri almasını zorunlu kılmaktadır. Ne var ki; bu tedbirleri AKP hükümetinin alması mümkün değildir. Çünkü AKP hükümetleri, aldıkları yanlış kararlar ile bu sorunun adeta bir parçası olmuştur. Olması gereken ilk iş, bileşenlerini Cumhur ittifakının oluşturduğu AKP hükümetinden kurtulmaktır.
Bununla birlikte, Zafer Partisi olarak, alınması gereken acil tedbirleri şöyle düşünmekteyiz;
– Sığınmacı ve kaçakların hemen geri gönderilmesi için çalışmalara başlanmalı ve 1 yıl içinde tamamı geri gönderilmelidir.
– Bu konuda artık kaybedilecek bir günümüzün dahi olmadığı aşikârdır. Yarın çok geç olacaktır.
– Bu kapsamda, sınırlar hemen mayınlanmaya başlanmalı, fiziki güvenlik tedbirleri arttırılmalı ve Anadolu Kalesi inşa edilmelidir.
– Gazze çatışmasının bölgeye yayılmasını önlemek için bölge ülkeleri ve NATO ülkeleri kapsamında yoğun diplomasi gayretleri başlatılmalıdır.
– Komşu Irak, Suriye ve İran ile ilişkilerin temelinde, bu ülkelerin iç işlerine müdahale yerine, toprak bütünlüğü ve devlet hâkimiyetinin sağlanması ve sürdürülmesi amaçlanmalıdır.
– Bu kapsamda artık Suriye ile daha fazla gecikmeden ve muhakkak diplomatik ilişkiler tesis edilmeli ve tersine göç başlatılmalıdır.
– Türk Silahlı Kuvvetleri, oluşan yeni tehdit kapsamında yeni kuvvet ve komuta yapısı ve bölgedeki tertiplenmesini gözden geçirmeli, asker hastaneleri vakit geçirmeksizin, öncelik ihtiyaç bölgeleri olmak üzere yeniden aktif hale gelmelidir.
Sonuç olarak; Gazze’deki İsrail-Hamas çatışmalarının bölgeye yayılması riski giderek artmaktadır. Bu durum Türkiye’ye yönelik hayati riskler ve tehditler oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye olası bir İran çatışmasında taraf olmamalı, İncirlik Üssü ve Kürecik tesislerinin kullanımını kısıtlamalıdır.
En büyük gücümüz birlik, beraberlik ve kardeşliğimizdir. Ortadoğu’daki mevcut iç savaşların etnik veya inanç ya da mezhepsel çatışmalardan kaynaklığı gerçeği önümüzde durmaktadır. Türkiye’de de siyasetteki “inanç” veya “etnik yapı” istismarı, hayati güvenlik riskleri oluşturmaktadır. Etnik yapı heveslilerine, ticari tabelalarda başka dil kullanımına, vergi indirimi vaat ederek konuyu istismar edenlere bir çift sözümüz var: Emperyalizmin sizin gibi taşeronlara nasıl tuzak kurduğunu hatırlamanız için Sykes-Picot Antlaşması’nı yeniden gözden geçirmenizi öneririz. Bu memleket bölünürse, hiçbirimiz kalmayız!
Bu bakımdan, temel dayanağımız büyük Atatürk ve cumhuriyetimizi kurarken belirlenen kurucu değerlerdir. Ne mutlu Türküm diyene!”