Zülfüyâre dokunmak!
Şûra gündeminden kolay çıktık gibi görünüyor.
Döndük gerçek gündeme: Asiye nasıl kurtulur?
Hele ki: Ankara’da dayısı, şeherde köylüsü, kasabada ağası, tarlasında sabanı, ağılında abası yoksa…
Biraz zor kurtulur.
Çünkü ne yazık ki, Asiye’nin ne Ankara’da profesyonel bir burjuvazisi;
Ne, şehirde bir tüccar burjuvazisi;
Ne, kasabada bir eşraf burjuvazisi;
Ne köyde, kolektif bir burjuvazisi;
Ne, yeterli arazisi;
Ne, yeterli hayvanı;
Ne de, yeterli makinesi, mekanizasyonu, teknolojisi yok.
***
Evet, Asiye ne tarihten getirilen bir sermayeye, ne de tarihten gelen bir aristokrat yapıya sahip.
Ne, profesyonellerden gelen bir bilimsel teknokrat birikime; ne de kamusal bürokratik teknokrat birikime sahip.
Yani, Asiye’nin ne bir doğru dürüst oyun yazarı, ne doğru dürüst bir yönetmeni, ne bir sinema salonu, ne de bir konser salonu olmuş.
Asiye, eline verilen valiz ile ne en yakın kasabaya, ne en yakın şehre, ne en yakın fabrikaya gidebilmiş.
Asiye ancak elindeki valiz ile ya Ankara’nın Altındağ’ına, ya İstanbul’un eski Göztepe’sine gidebilmiş.
Yani en yakın şehre değil, metropole gitmiş.
Kaybolmuş.
***
“Tarım sektörü burjuvazisi” de neymiş demeyin.
Asiye için burjuva kelimesi öcü bir şeymiş zaten.
O da öyle bellemiş ve öyle bilmiş.
***
Şimdi diyeceksiniz ki dur be kardeşim bu kadar ağır ironi, bu kadar ağır yazı olur mu?
Bırak Asiye’yi biz bile anlamadık, ne diyorsun?
İşte ben tam da bunu diyorum: Biz bile anlamıyoruz!
***
Eğer:
Asiye’nin yani tarım sektörünün, tarihten getirdiği entelektüel bir profesyoneller kadrosu olsaydı;
Ankara’da siyaseti yönlendiren, baskılayan bir siyasal kadrosu olsaydı;
Şehirde tarımsal ticareti yöneten, bir serf-aristokrasi-tüccar- sanayicilerden oluşan ve tarımsal kültürden sosyal ve ekonomik kültüre geçebilen, bu kültürü üretim rollerine uygun pazarlayan bir tüccar kitlesi olsaydı;
Metropollerde etkin bir tarımsal sermaye ve finansman kurumsallığı oluşturan yapıları olsaydı;
Asiye’nin Amerika çiftçisi kadar itibarı;
Avrupa çiftçisi kadar söz hakkı olurdu.
İşte o zaman coğrafyası kaderi değil şansı olurdu.
Ekosistemi onun sermayesi olurdu.
Ekolojisi zevki sefası, ürettiği ise keyfi âlâsı olurdu.
İşte o zaman ne borcu olur, ne derdi, ne de dertlenmesi olurdu.
Çünkü o önce çiftçi, sonra işletmeci, sonra tarımsal sanayici, sonra ihracatçı, sonra uluslararası rekabetçi ve sonra uluslararası bir şirket olurdu.
Yani onun da ÇUŞ diyesi olurdu.
Yani Çok Uluslu Şirketi olurdu.
Markası olurdu.
Teknolojisi olurdu.
Medyası, algısı, kıyaslanacak bir ekranı olurdu.
***
Kızdınız biliyorum.
Hoşunuza gitmedi, onu da biliyorum.
En hafifi ile hadi be dediğinizi de tahmin edebiliyorum.
Hatta işi getirip Asiye ironisini düz mantığa dayatabileceğinizi de biliyorum.
Üzgünüm: Kendimi de, ne dediğimi de ve ne anlatmak istediğimi de biliyorum.
Bu candan ne bir hadsizlik, ne de bir düz mantık çıkmayacağını da biliyorum.
Ancak yine ne yazık ki, tarım sektörünün salonlardan kurtarılamayacağını da biliyorum.
Gerçekleri ve gerçeklikleri kavramadan; siyasal alana bu gerçeklikleri anlatmadan, kavratmadan olmayacağını da biliyorum.
O halde yazın bir kenara: Tarımın yapısal sorunları yanında çok önemli bir “yapı” sorunu daha var.
“Tarımsal burjuvazinin yokluğu.”
Ve görün bakın ki; bu sorun bütün çözümleri “yokluğa” sürüklüyor.
***
Şimdi istediğiniz kadar kızabilirsiniz.
Ben değdim ve geçtim: Zülfüyâre!