Zulmün doğurduğu zorbalık…
Birey hâkimiyet kurmak ve sosyal konumlarını güçlendirmek için zorbalık yapıyor. Zorbalık ve saldırganlık hem yükselmek, hem de statüsünü koruma adına yapılabiliyor. Bu saldırganlık, statüye has bir özelliktir ve sosyal hiyerarşinin zirvesine ulaşıncaya kadar devam eder. Statü edinme çabası, saldırgan davranışları daha fazla tetikler. Yetiştirme ortamı kültürel etkileşim kadar katı kuralcı baskıcı eğitim ortamı da buna zemin hazırlar.
Okul ikliminin zorbalık konusundaki etkisi çoktur. Öğretmenin patron gibi olduğu, öğrencilerin uslu durmasının beklendiği ve soru sorulmayan otoriter ve hiyerarşik okul ortamları çocuklar arasındaki zorbalıkları artırır. Çocuklar, hiyerarşik ve okul çalışanlarının disipline sokmak için çocuklara kötü davrandıkları ortamlarda daha fazla zorbalık yaparlar. Adorno; otoriter kişiliğin kökeninin acımasız çocukluk deneyimlerinde yattığını ileri sürmüş. Bu kişiler, çocukluklarında, bir tarafta aşırı idealleştirilmiş ve diğer tarafta aşırı olumsuzlukla dolu olan ikili bir dünya deneyimleşmişlerdir. Bu yaklaşıma göre, katı ve fakat tutarsız aile disiplini, otoriteye kolayca boyun eğmeyi öğrenen, fakat aynı zamanda kendi ihtiyaçlarını ve duygularını ifade etmeye korkan çocuklar üretir, onlarda büyüyünce otoriter olurlar.
Zalimlikte öğrenilen bir şeydir. Aileden, çevresinden öğrenir; çocuklarına şiddet uygulayan bir babadan, babanın şiddet uygulamasını meşru sayan bir anneden oluşan aile çocuğuna zalimliği öğretir. Ezilerek eğitilen bir çocuk, büyüyünce ezmeyi öğrenir. Kendisine söz hakkı tanınmayan çocuk, başkalarına söz hakkı tanımaz. Dogmatik eğitim, insanın ruh sağlığı ve kişilik gelişimi bakımından son derece olumsuz etkiler yapar. Dogmatik eğitim alan kişiye göre, kendisi gibi düşünmeyen herkes yanlıştır. Haksızdır. Haindir. Genellikle din, mezhep, ırk ya da millet üzerinden yapılan ötekileştirmeler büyük olasılıkla zalim yaratır. Çünkü bu eğitimde düşmanın yani ötekinin yaşama hakkı yoktur. Nazi zulmünden kurtulmuş Yahudilerin eline güç geçince nasıl zalim olduklarını Filistinlilere yaptıklarından görüyoruz. Katolik din adamlarının dinden çıktı diye Protestanları nasıl yaktığını tarihten biliyoruz. Aynı şekilde kilise zulmüne karşı çıkan Calvin’in mutlak gücü eline geçirince nasıl tiranlaştığını anlatırsak, açıklayıcı bir örnek olacaktır.
John Calvin, Avrupa’daki reform sürecine en büyük katkıyı sağlayan bir Fransız reformcudur. Diğer reformcuların teoloji ile sınırlı birikimlerine karşın, Calvin’in beşeri hukukçu oluşu ve dolayısıyla hukuk alanındaki birikimi, kendisini diğerlerinden ayırmış ve bu sayede teolojisini daha sistemli bir hâle getirmiştir. Calvin’in genel teolojik sunumuna bakıldığında, yönünün geçmişe dönük olduğu görülür. Amacı, ilk dönem Hıristiyanlığını yeniden inşadır. Bu nedenle, teolojisini oluşturmada sadece “Kutsal Kitab’’ı esas almıştır. Onun her zaman geçmişe yönelik özlemi vardır. Döneminin olaylarını geçmişle okumuş, çözümü orada aramıştır. Bu da kendisinin ve hareketinin muhafazakârdır.
Katolik kilisesini düzeltmek, arındırmak ve eski haline getirmek isteyen din adamları, arzu ettikleri dini Katolik kilisesinin içinde bulamayınca iş yapmaktan çok yıkmaya evrilir. Cenevre’de bu işin başı yapıcı olmaktan uzak olan öfkeli yumruklarıyla eski yasları parçalamış fakat yıkıntılar karşısında aciz kalmış rahip Farel’dir. Coşkulu, ateşli bir vaiz ama eleştirdiğinin yerine alternatif sunamayan bir hatiptir. Calvin’den Cenevre’nin ruhani liderliğini üstlenmesini, kendisinin yetersiz kaldığı reform hareketleri tamamlamasını ister.
Fransa’dan Cenevre’ye gitmiş; önce Fransız diye istenmemiş kovulmuş, sonrasında kurtarıcı olarak şehre davet edilmiş o da bunu kendi iktidarını kurmak için fırsata dönüştürmüştür. İstenen bir adam olarak şehre gelmenin avantajlarını kullanarak muhaliflerine karşı sert bir mücadeleye girişmiş ve 1555 yılında şehrin hâkimiyetini tamamen eline geçirmiştir.
Calvin “Kilise” ve “Devleti” birbirine yaklaştırmış, ikisinin tanrı kaynaklı ayrı kurumlar olduğunu belirtmiştir. Kral ve idarecileri tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak görüp onlara mutlak itaati emretmiştir. Dahası, dünyevi idarecilere isyanı tanrıya isyan olarak kabul etmiş ve bunu yapanları sert biçimde cezalandırmıştır. Teorideki “Kilise-Devlet” ayırımına karşın, pratikte, Devleti Kilisenin hegemonyasına sokmak için elinden geleni yapmış ve daha sağlığında Cenevre’yi bir “Tanrı Şehri”ne dönüştürmeyi başarmıştır.
İleri sürdüğü görüşleriyle muhaliflerini susturmada bazen öyle katı davranmıştır ki, sertlikte Roma papasını aratmayarak “Cenevre’nin Tiranı” lâkabını almıştır. Calvin’in kurduğu “Consistory” adlı kurul, kurulduğu ilk iki yılda 58 kişiye ölüm, 78 kişiye de sürgün cezası vermiştir. Vatana ihanet, zina, küfür, batıl inançlar, çok eşlilik, dans, şarkı söyleme, tefecilik, putperestlik, yalan, hırsızlık, Konsil ‘e itaatsizlik, ayyaşlık ve kumar başlıca dava konularıydı. Davalar içerisinde seküler otoriteye ilişkin konuların da olması, kurulun etki alanını göstermesi açısından önemlidir. Kiliseye gitmeyenlerin evlerini kaybedecekleri belirtilmiş, ibadet sırasında basılan evlerde yakalananlar hapsedilmiştir. Şehirdeki misafir yabancılar da sürgün tehdidiyle bu emre tabi tutulmuştur. Vaaz sırasında gülen üç kişi hapse atılmış, bir başkası yapılan vaazı eleştirip daha önceki vaizi daha çok sevdiğini söylemesi nedeniyle uyarılmıştır. Ayrıca dans ettiği, pazar günü kart oyunu oynadığı, tavernalarda vakit geçirdiği, küfrettiği, başını Katolik rahibi gibi kazıdığı, heretiklerin öldürülmesini eleştirdiği, kader doktrinini reddettiği için pek çok kişi cezalandırılmıştır. Şehirde tavernalar kapatılmış, küfür, dedikodu, iftira, dans ve müstehcen müzik yasaklanmıştır. Kart oyunlarına da sınır getirilmiştir. Evlilik dışı ilişkiye girenler, ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Kendi halinde mütevazı yaşayan bir din adamının, aldığı güçle nasıl bir tirana dönüştüğü ve herkesin kendi gibi yaşaması için kurduğu baskı ortamı yarattığını okuyunca güç zehirlenmesinin ne kadar zalim zorbaya dönüştürdüğünü ibretle öğreniyoruz.
Katı bir İslam yorumundan tüm kesimlere açılan, gömlek değiştiren muhafazakâr İslamcılığın mazlumken demokrat olduğunu hatırlayınız. Ne zamanki mutlak gücü eline geçirdi, eski Türkiye dediği ideolojiye dönüşmesi otoriter, buyurgan bir dile evirilmesi de düşmanına benzeme hastalığına yakalanması, otoriter dogmatik düşüncenin ürünüdür. Demokratik katılımcı hoşgörülü ve toleranslı olmak vicdan sahibi olmayı, adil davranmayı ve empati yapmayı zorunlu kılar. Vicdan, her zaman zorbalığa galip gelecektir.